11 Kasım 2011 Cuma

Gün Zileli Devrimciler'in ve Eşkıyalar'ın Yazarı Hobsbawm'ı Yazdı




Önümde Eric J. Hobsbawm’ın, Türkçeye çevrilmiş üç kitabı duruyor:
Devrimciler, çev: Hatice Pınar Şenoğuz, Agora Kitaplığı, Şubat 2006
Fransız Devrimi’ne Bakış, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı,Ocak 2009
Eşkıyalar, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, Haziran 2011
Kitaplardan ilk ikisini okudum. Sonuncusunu ise henüz okuyamadım.
Eric Hobsbawm, herhalde Türkçede kitapları en çok basılan ve rağbet gören batılı Marksist tarihçidir. Bugün 94 yaşında olan 1917 doğumlu Hobsbawm, 20. Yüzyıla yalnız yazdıklarıyla değil, yaşamıyla da tanıklık eden (ki yazdıklarında yer yer kendisini ve kuşağını da ortaya koyar) bir tarihçi olduğu kadar devrim sorunlarına yoğunlaşmış bir entelektüeldir.
Bu yazıda, Homsbawm’ın Devrimciler kitabı üzerinde dururken, hakkında genel bir değerlendirme yapmaya da çalışacağım.
Çoğu 1960-70 yılları arasında yazılmış makalelerden oluşan Devrimciler kitabının konuları son derece ilginç. I. Bölüm Komünistler. Bu bölümde; Komünist tarihin sorunları; Britanya’daki radikalizm; Fransız komünizmi, entelektüellerle komünizm ilişkisi, İtalya komünizmi ve Alman Komünist Partisi ele alınıp inceleniyor. II: Bölüm Anarşistler. Bu bölümde; Bolşevizmle anarşistlerin gelgitli ilişkisi; İspanya İç Savaşında anarşistlerin rolü inceleniyor; son bir makalede ise anarşistler üzerine düşünceler yer alıyor. III. Bölüm Marksizm. Bu bölümde Marx ve Britanya işçi hareketi üzerindeki etkileri; Lenin’in “işçi aristokrasisi” üzerine görüşleri; revizyonizm; sermayenin yapısı; Karl Korsch konuları ele alınıyor. IV. Bölümde gerilla savaşı, ordu ve askeri darbe üzerine üç makale yer alıyor. V. Bölümde İsyan ve Devrim üzerine ilginç makaleler var. Özellikle son makale olan “Entelektüeller ve Sınıf Mücadelesi” makalesi dikkatle okunmaya değer.
Eric Hobsbawm’la ilişkim bu kitaplarla kısıtlı değil. Daha önceki kitaplarının da en azından bir kısmını okuduğumu söyleyebilirim. Ne var ki, E. Homsbawm bende hep şöyle bir etki yaratmıştır: Lokantaya gidiyorsunuz. Çok cazip bir yemek seçiyorsunuz. Harika görünümlü yemek önünüze geliyor. İştahla yemeye başlıyorsunuz. Sonuç tam bir hayal kırıklığı. Yemeğin kendisiyle, ismi ve görünüşü arasındaki ilişki çok az.
Hobsbawm’ın kitap ya da makalelerini okurken yaşadığım bunun aynısı olmuştur hep. Devrimciler kitabı için de aynı şeyi söyleyeceğim. Arada lezzetli şeyler, pırıltılı düşünce ve saptamalar yok değil. Ama keçi boynuzu çiğner gibi epey uğraşmanız gerekiyor. Birkaç pırıltılı saptamadan sonra Hobsbawm’ın yazdıkları giderek yaşlı bir büyükbabanın (burada katiyen bu önemli tarihçinin halihazır yaşına bir anıştırmada bulunmak istemediğimi belirteyim) bilgi ve tecrübe dolu ama insicamdan yoksun mırıldanmalarına dönüşüveriyor. Üstelik de kendisi bir hakiki bir Marksist olmasına rağmen, mırıldanmalar biçiminde ifade edilen görüşleri çoğunlukla radikal olmaktan oldukça uzak. Belki de böyle olduğu için mırıldanma gibi geliyordur bana.
Hobsbawm hakkındaki bu genel izlenimi ya da yargımı burada böylece belirtmekle birlikte daha ileri gitmeyeceğim ve bu yazıda esasen, 40-45 yıl önce yazılmalarına rağmen bizleri bugün de düşündürmesi gereken pırıltılar üzerinde duracağım.
Mesela, Hobsbawm, Stalinizmin neredeyse bugüne bile uzanan etkilerini şöyle önemli bir saptamayla ortaya koymaktadır:
“Ekim devrimi sonrasında, başka ülkelerdeki devrimcilerin Bolşevik örgütlenme modelini benimseme, iradelerini Bolşevik bir enternasyonale (nihayetinde SBKP’ye ve Stalin’e) teslim etme kararı, sadece doğal bir coşkudan kaynaklanmıyordu; aynı zamanda, bütün alternatif örgütlenme formları, strateji ve taktiklerin aşikâr başarısızlığından da ileri gelmekteydi. Lenin başarılı olurken, sosyal demokrasi ve anarko-sendikalizm başarısız olmuştu. Dolayısıyla, başarı reçetesini uygulamak akla yatkın görünüyordu.” (s.4)
Özellikle Hobsbawm gibi, akılcı ve karakter olarak ihtiyatlı biri olduğu anlaşılan biri açısından oldukça makul bir saptamadır bu. Ama bence biz, bunu Hobsbawm’dan ya da karakterinden bağımsız olarak düşünmeliyiz. O zaman görürüz ki, söylediği gerçekten de doğrudur. Sosyal demokrasi o dönemde, özellikle savaşın başında burjuvazinin peşine takılarak sadece strateji açısından değil, temel devrimci yönelim açısından da raydan çıkmış ve devrimci aydınlar ve işçiler nezdinde itibar kaybetmişti. Ne var ki anarko-sendikalizm bundan farklıydı. Savaş öncesinde büyük bir kitlesellik kazanan bu akım nasıl olmuştu da, savaşa karşı düzgün ve radikal bir tutum aldığı halde Bolşevizm karşısında hızla gerilemiş, güç kaybetmiş ve İspanya dışında giderek kitlesellikten uzaklaşmıştı? Tamam, Ekim Devrimi’nin kazandırdığı büyük prestij Bolşevizme büyük bir yönelime yol açmıştı ama tek başına bu izah edebilir mi anarko-sendikalizmin gerileyişini?
Kanımca Lenin, formülü bulmuştu: Bugüne kadar olduğu gibi yenilmek ve ezilmek, dolayısıyla devrimci ideallerinizi geleceğe havale etmek istemiyorsanız yenmeyi becermek zorundasınız. Bu da ancak demir disiplinli bir örgütle sağlanabilir. Nitekim Lenin’in önderliğinde Bolşevikler bunu gerçekleştirmiş ve zaferin mümkün olduğunu kanıtlamışlardır. Anarko-sendikalistlerin ise böyle ya da buna benzer bir alternatif sunma olanakları yoktu. Çünkü her şeyden önce ademimerkeziyetçi ve kendiliğindenci akideleri buna engeldi. Bu yüzden onlar, yenilmeye, güç kaybetmeye ve dağılmaya yazgılıydı.
Evet ama Lenin’in teorisinin de büyük handikapları yok muydu? Elbette vardı: Bürokratikleşmek, katılaşmak ve devrimi yapan kitlelerden kopmak. Bu kesin ama bunun anlaşılması için kırk yıllık bir bürokratik baskı döneminin ve ondan sonraki bir kırk yılın da yeni yollar arayışıyla geçmesi gerekecekti.
Bugün anarşizm bu yeni yolları yavaş yavaş sunabilmektedir yeniden ama ademimerkeziyetçiliğinin ve kendiliğindenciliğinin doğurduğu o kadim zaaflarını henüz yenememiş olarak.
İşte tam bu noktada Hobsbawm’dan bir pırıltı daha. Hobsbawm, 1968 ayaklanmaları sırasında anarşizmin yeniden büyük bir itibar kazanmaya başlamasının sebepleri üzerinde dururken şöyle demektedir:
“Stalinizm, yani bürokratikleşmiş otoriter devletin aşırı büyümesi, proletarya diktatörlüğünün kaçınılmaz şekilde salt diktatörlüğe dönüşeceği ve sosyalizmin böyle bir temelde inşa edilemeyeceği yönündeki Bakuninci iddiayı haklı çıkarır gibi görünmekteydi.” (s.99)
Hobsbawm, bunu 1969 yılında saptıyor. Türkiyeli devrimcilerin küçük bir azınlığı ancak yirmi yıllık bir gecikmeyle bilince çıkarabilmişlerdir bunu.
Hobsbawm’ın pırıltılı bir diğer görüşü ise, “geri kalmış ülkelerin”, “Sovyet sosyalizmi”nde kendi geri kalmışlıklarını giderecek bir kalkınmacılık modeli görmeleriydi:
“Geri kalmış ülkeler SSCB’de kendi geri kalmışlıklarından nasıl kurtulacaklarına ilişkin bir model görebilmişler; SSCB’nin ve kendi ülkelerinin deneyiminden yola çıkarak, kapitalizmin öncülük edip savunduğu iktisadi kalkınma yöntemlerinin kendi koşullarında işe yaramadığında, aksine, merkezi planlamanın eşlik ettiği toplumsal devrimin bunu başardığında karar kılabilmişlerdi. Yine de asıl amaç ‘kalkınma’ydı. Sosyalizm bunun sonucu olmaktan çok, kalkınmanın aracıydı.” (s.99)
Homsbawm’ın 9 Mayıs 1968 akşamının Paris’ini anlatan şu satırları ise, yukardaki “mırıldanma” tespitimi neredeyse yalanlayacak ölçüde cesur ve radikaldir:
“9 Mayıs akşamı barikatların kurulmasına karşı çıkanlar, yalnızca resmi doktrinin savunucusu olan komünistler değildi, ayrıca bir hayli Troçkist ve Maoist öğrenci de, görünürde geçerli geçerli bir sebepten ötürü, polisin hakikaten ateş açma emri alması durumunda, sonucun kısa ama gerçek bir katliama dönüşeceği endişesiyle itiraz etmişlerdi. Duraksamadan ön saflara yürüyenler anarşistler, anarşizme eğilimli olanlar ve sitüasyonistlerdi. ‘Cesaret , daha fazla cesaret’ ya da ‘hele bir başlayalım, sonra durup düşünürüz” benzeri, basitçe devrimci ya da Napolyonvari deyişlerin karşılığını bulduğu anlar vardır. Bu da onlardan biriydi.” (s. 101)
Şu pırıltılarla bitireyim:
“Öte yandan, Fransız devrimcilerini yaratan, devrimdi; onlar bu toplumsal altüst oluş sırasında ve bu sayede, bu sürecin içinde yer aldıkları için devrimci oldular. Yoksa başlangıçta devrimi yapan onlar değildi.” (s. 287)
“Hayatım boyunca çok sayıda entelektüelin devrimci olduğu iki dönem gördüm: İki dünya savaşı arasındaki yıllar ve 1950’lerin sonundan, hatta özellikle 1960’lı yıllarında ortalarından bugüne kadar (makalenin tarihi 1971, G.Z.) olan dönem…” (s. 288)
“Fransa’da 1968 Mayıs’ında ve İtalya’da 1969’un ‘kızgın sonbahar’ında olduğu gibi… kapitalizmi karşılarına alanlar öğrencilerdi; ne kadar militan olsalar da, kapitalizmin içinde mücadele etmeyi sürdürenlerse işçilerdi.” (s. 295)
BİRGÜN KİTAP

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder