12 Ocak 2014 Pazar
Mesele Kitap Dergisi ve Yedi Yılın Ardından
Osman Akınhay'den 7 yılın ardından bir değerlendirme ve bir selamlama...
Bundanyedi yıl önce, Agora Kitaplığı bünyesinde çıkarmaya karar verdiğimiz Mesele Kitap Dergisi yedi yıl boyunca yayınını aralıksız sürdürdü ve 84 sayı çıktı. Dergi bu süre içerisinde fazla inişli çıkışlı olmayan, genellikle istikrarlı bir okur kitlesine ulaştı; baskı adedine bağlı olarak ilk yıllarda 1,500-2.000 arasında gezinen satışı, daha sonra ‘dağıtım koşullarının mecburiyetleri’ sebebiyle baskı adedinin düşürülmesiyle (kütüphanelerce satın alınan 400 adet dışında) 1.000 civarında sabitlendi ve Aralık 2013 öncesinde 84. sayıyı yayına hazırladığımızda bu tablo halen geçerliydi.
Geride bıraktığımız yedi yıl içerisinde derginin mutfağı pek kalabalık olmadı; şüphesiz katkıda bulunan çok kişi oldu, düzenli yazı veren kıymetli yazarlarıyla zenginleşti, ilgilerini eksik etmeyen kişilerle yapılan söyleşilerin birçoğu yaygın biçimde okundu, fakat pek bir ekip halinde çıkarılmadı. Bunun başlıca sebebi, varlığını güç bela sürdürebilen dar kadrolu bir yayınevinin bünyesinde, diğer işlerin ucu ucuna yetiştiği bir yoğunluğun içerisinde yayına hazırlanmasıydı ve asıl olarak da benim, kısmen yukarıda belirttiğim duruma bağlı olarak, bir derginin yıllar içinde eskimemesi bakımından dönem dönem yapılmasında büyük fayda olan yenilikleri gerçekleştirmeye mesai ayıramamamdı.
Keza, derginin tasarımı da hemen hiç değişmeden, aynı kaldı. Biraz ataletten, biraz da derginin ilk tasarımını yapmış olan fakat aramızdan erken ayrılan Mithat Çınar dostumuzu hatırlama vesilesi olmasından. Öyle ki, kapak görselinin renkli olmasını bile Gezi İsyanı’ndan sonra denedik ve kullandığımız resim isyana o kadar yakıştı ki, daha sonra tekrar siyah-beyaza dönmeyi hiç akıl etmedik.
Dergi yolculuğunda kimisiyle bir defa rastlaştığımız, kimisiyle dirsek teması kurup paslaştığımız, fakat kimisiyle de yakın muhabbet içerisinde birlikte işler kotardığımız arkadaşlarımız, çalışanlarımız oldu. O yıllarda yayınevinde ortağım olan Recep Yener’in, her sayıda dergiyi özenle hazırlayan yayınevi çalışanlarımızın, Sibel Yurt’un, Begüm Kovulmaz’ın, Sanem Öge’nin, daha sonra Sarphan Uzunoğlu’nun haricinde, ilk çıkışımızda yazı işleri müdürlüğünü üstlenen Aykut Tunç Kılıç, dergiye el veren arkadaşlarımızdan birisiydi.
Keza, Bekir Tarık’la meyhanede kafa kafaya verip, çokça tartıştığımız gecelerden başka birlikte birçok isimle güzel, keyifli söyleşiler yaptık. Foti ve Stefo Benlisoy kardeşler, yazılarının yanı sıra bir süre dergi mutfağında emek verdiler. İlhan Çıtak, Müge Karahan ve Hande Öğüt uzun süre düzenli yazılar kaleme aldılar. Hasan Bülent Kahraman deneme ve eleştiriler yazdı. Semra Topal iğneli diliyle birçok kitaba ve yazara nazireli dokundurmalarda bulundu. Hazal Halavut’tan arada bir pek tesirli yazılar geldi.
Ön kapağa çıkardığımız söyleşiler içerisinde akıllarda kalanlar, mesela Ahmet Oktay’la, Nurdan Gürbilek’le, Şükrü Argın’la, Ahmet Aslan’la, Masis Kürkçügil’le, Ertuğrul Kürkçü’yle, Ragıp Zarakolu’yla, Sırrı Süreyya Önder’le, Tarık Ali’yle, Mehmet Uğur’la yaptıklarımız ve daha başkalarıydı. Ayrıca, makale kratında pek çok iyi yazıya ve önemli çevirilere yer verdik.
Benim editörlüğümde geçen yılların üstüne, son yıllarda derginin yönetmenliğini sevgili Berat Günçıkan devraldı. Hem söyleşileriyle hem yazılarıyla dergiyi sürükleyen Berat’ın döneminde “Redd-i Nisyan” köşesiyle Şöhret Baltaş, düzenli yazılarıyla Barış Yıldırım, Volkan Aran, Nilüfer Zengin, söyleşileriyle Özlem Altunok ve diğerleri önemli katkılarda bulundular. İşçi mücadelesi alanında da yazıları ve söyleşileriyle Yunus Öztürk hemen her sayıda mutlaka bir şeyler yaptı. Kapakta ve içeride kullandığımız fotoğrafların önemli kısmını da Faruk Odelli, Özcan Yurdalan ve Vedat Arık çekti.
Neticede, dergiciliğin revaçta olmadığı ya da çeşitli dergi girişimlerinin fazla yol alamadığı bir dönemde, ülkenin edebi-kültürel-siyasal dünyasında iz bırakan bir yeri oldu Mesele’nin. Ağırlıkla kendi yağıyla kavrulurken, memleket meselelerine dair sözünü esirgemedi, belli bir ‘siyasi hat’tan ayrılmadı, güncel gelişmelerin rüzgârlarına göre savrulmadı.
Derken, yılların yorgunluğu ve yayınevinin dergiyi destekleme imkânlarının sınırlılığı, bir değişim ihtiyacını doğurdu. O noktada şimdi, arkadaşım Yunus Öztürk editör olarak dergiyi başka bir kanaldan devam ettirme kararıyla bayrağı devralıyor. Belki de benim yap(a)madığımı yapacak, “Çoğul güzeldir” esprisine uygun bir çalışma anlayışıyla dergiyi, yedi yaşını doldurmuş bir ‘söz kürsüsü’nü bir ekibin, bir topluluğun eseri haline getirmeyi başaracak.
Ahmet Altan’ın Son Oyun’u: İktidar ve Cemaat Çatışmasının Kodları
SARPHAN UZUNOĞLU
Bu yazının kaleme alındığı sabaha gözaltında bakan çocukları, bürokratlar ve iş adamları, Gülen Cemaati ile AKP’nin karşılıklı salvoları, emniyette görevden alma operasyonları, fotoğraflanan rüşvet sahneleri ile başladık. Televizyonlar, karmaşayı anlatıyorlar. Sanki her şey üstümüze yıkılacak ve biz altında kalacakmışız gibi hissediyoruz, bazılarımızın gözleri yalnızca döviz kurlarını ve borsayı kolluyor, bazılarımızsa şaşırıyoruz. Olduğu söylenen rüşvet ağındaki isimlerin bir düğünde beraber gerdan kıvırırken fotoğraflarını görüyoruz.
Benim bu kocaman fotoğrafta gördüğüm tek şey, inanılmaz bir yerellik, sıradanlaşmış bir kötülük ve o kötülüğün taşralılaşan kıvamı. Sanki her şey, milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede değil ama küçücük bir kasabada gerçekleşiyor. Tıpkı Ahmet Altan’ın son romanı, Son Oyun’un geçtiği kasaba gibi.
Altan’ın son romanına cinayet romanı diyebilmek için her anlamıyla siyasetten uzaklaşmış, son birkaç yıl içerisinde hiç gazete okumamış olmak lazım. Karşımızda 2010 sonrası Türkiye’nin politik fotoğrafını çeken bir roman çıkıyor. Üstelik tarafları çok belirgin olan, hatta baş karakteri de, şaşılmayacak bir biçimde, Ahmet Altan’ın ta kendisi olan. Romanı dört temel başlık altında incelemekte fayda var. bunlardan birincisi kasaba, yani olayların gerçekleştiği yer, ikincisi kilisedeki hazine üçüncüsü güçler arası çatışma, dördüncüsü ise tutku.
Kasaba, açık bir biçimde günümüz Türkiye’sinin herhangi bir kasabasının güç ilişkileri üzerinden Türkiye’deki temel güç ilişkilerinin anlatıldığı bir alan. Kentin yoksulları kentin ‘tarihi’ olan kısmı diyebileceğimiz yokuş bir alan üzerine konumlanmış durumdalar, yüksekte zenginlerin evi dururken, orta sınıf, TOKİ’lerinin tüm çirkinliğiyle kocaman bir ovaya yayılmış şekilde duruyor. Altan’ın baş karakteri kasabada kabul görmüş tek yabancı. Keza kasabada ikinci bölümde açıklayacağım, iktidar kavramının doğrudan eşitlendiği bir gerçeklik var: Kilisedeki hazine. Kimse hazineye dokunulmasını istemiyor. Başkarakter olan yazar, kasabanın seçkinleri ve esnaflarıyla kurduğu iletişim sayesinde orada durabiliyor. İki avantajı var: Birincisi yazar olması, ikincisi de kasabanın elitlerine yakın olması. Üçüncü bir avantajı da merakı. Bu kasabada herkes tek bir şeyi merak ediyor. Hazine kimin olacak? Yazarsa insanlara dair merakıyla koyuluyor yola, onların hikayelerinin peşine düşüyor.
Kasabanın, tıpkı Türkiye’nin olduğu üzere underground bir yaşam tarzı var. Gündüzleri kalın pardesülerinin, montlarının içerisinde dolaşan bedenlerin akşamları bilgisayar karşısında birer şehvet yumağına dönüştüğü bir dünya. Gündüz, ahlakı ve tüm diğer ‘kutsal şeyleri’ temsil eden kasaba halkı arası ilişkiler, akşam olduğunda sağlam bir seks oyununa dönüşüyor. Kasabanın en güçlülerinden en güçsüzlerine, herkesin birbirinden gizli girdiği bu dünyada, tüm sırların farkında olan tek kişi yazar.
Yanında çalışan kadından sokakta gördüğü tüm diğer insanlara herkesin bir sırrı var ve yazar o sırların dolaştığı alemde geziniyor. Bu noktada Ahmet Altan’ın hakkını vermek lazım. Onun gibi bir yazarın bilgisayar yazışmalarına format olarak da romanının içinde yer vermesi ve gereksiz bir ‘mektup romantizmine’ ihtiyaç duymuyor olması, gerçekten önemli.
Hazine: İktidar
Romanın en önemli noktası, kasabanın tepesindeki kilisenin altında olduğu iddia edilen hazine. Bir kasaba dolusu insanı o kasabada tutan ve o kasabanın varolmasının ve o kasabada olup biten her şeyin bir ‘sebebi’ olduğuna inandıran da o hazinenin ta kendisi. Kasabada işlenen ve rutinleşen cinayetler de, kasaba elitlerinin ilişkilerinin fonksiyonu da tam olarak o hazinenin varlığı üzerinden konumlanmış durumda.
Hazine, herkesin karanlık odada bir fili tarif etmeye çalıştığı gibi tarif edilen, mistik anlamlar yüklenerek, maddi olanın ötesinde, öyle ya da böyle Tanrı’nın asası konumuna getirilmiş bir güç.
Kasabanın belediye başkanı ve kasabanın en zengin adamı (bu karakterlere dördüncü bölümde döneceğiz) doğal olarak hazinenin kimin olacağına karar veremiyorlar ve ellerinde böyle bir yetki de yok. Keza hazine, tapu kiminse onun olacak ama tapunun kimde olduğu da bilinmiyor. İktidarın sırrı ve kaynağı belirsiz durumda görünüyor.
Her iki taraf da yazarı etrafına alıp bu zeki adamın karşı tarafı zayıflatacak herhangi bir fikir verebileceği varsayımına fena halde yaslanmış durumda. Bu yüzden yazar her iki tarafın da sofralarında oturup kalkarken, hatta onların hayatlarının en özel detaylarına tanık olurken bir sıkıntı çekmiyor gibiler.
Taraf Gazetesi’ni çıkardığı dönemde Aydın Doğan’ın ilk önemli röportajını Taraf’a verdiğini, herkesin günah çıkarmak için Taraf’ı kullandığını hatırladığımızda, bütün günah çıkarma seanslarının öznesi olarak yazarı göz önüne alırsak yavaş yavaş hazine yani iktidara giden bir anahtar olarak insanların entelektüel görgüsü ve hitabı kendilerinden çok yüksek olan ‘yazarı’ taraflarına katma ve kullanma çabasını es geçmemek gerek. Altan, kurgusuna eklediği bu çatışmadaki rolünü elbette Taraf’taki rolünden kitaba aktarıyor. O günlük hayatın ‘pis oyunlarını’ da bilen biri. Ve bu romanıyla bir intikam alıyor. Tutku bölümünde açıklayacağım bir intikam.
Çatışma: Çeteler, Cemaatler, Başkanlar ve Zenginler
Altan’ın kitabında iki temel güç sahibi var. Bunların birincisi Belediye Başkanı Mustafa, ikincisi ise kasabanın en zengin adamı. Mustafa’nın sevgilisi yazarın sevgilisi, daha da garibi, kasabanın en zengin adamının karısı da yazarın sevgilisi. Tutku bölümünde kodlarını analiz edeceğimiz bu ilişkiyi şimdilik bir kenara bırakalım.
Belediye Başkanı Mustafa aynı zamanda çok zengin bir adam ve zeytinlikleri ve. Kasabanın en zengin ailesi ise fabrikalara sahip. Aralarında ‘centilmence’ gibi görünen ama nefrete dayalı bir iletişim olan bu iki aile dönemsel ittifaklarla o güne kadar kotardıkları ilişkilerdeki gerilimlerini kendilerine bağlı çalışan iki çete arasındaki çatışmalar üstünden atıyorlar. Her ikisi de kendilerine bağı çalışan ‘çeteleri’ namuslu insanlar olarak gösterirken, kasabadaki bütün ‘mülk’ meseleleri hukukun değil, çetelerin eliyle çözülüyor. Hukuk ise ‘iktidarın oyuncağı’ konumundan bir an olsun uzaklaşmıyor. Başkan Mustafa sürekli olarak yanında kasabanın kaymakamı ve yargıcıyla birlikte geziyor. O politik anlamda görünür olan tüm güçlerin sahibi. Raci ve Rahmi Bey ise (zenginler) ellerindeki sermaye ile güvenli bir ‘istikrar’ yaratma peşindeler; ancak işler Mustafa’nın kiliseye ulaşımı engellemesiyle birlikte karışmaya başlıyor ve bugünlerde yaşadığımız yolsuzluk skandalındakine benzer karşılıklı ‘restleşmeler’ başlayıveriyor.
O restleşmelerin ayrıntıları romanın içinde saklı elbette; ancak birbirlerinin para kaynaklarını kapattıran yahut yakan, birbirlerinin adamlarını öldürten ve bu koca kasabayı yakmaya çalışanlar, hiçbir şekilde sonu bilinmeyen ve sonu da romanda bile belli olamamış, yine yalnızca tanığının kaderiyle sonuçlanmış bir roman var burada.
Tutku: Son seçim
Ama asıl mesele hem Başkan’ın karıyısla, hem kasabanın en zenginin karısıyla hem de kasabanın hayat kadınıyla yatan bir adamın nasıl olup da bu kadar çok şey üstünde karar verici ya da belirleyici olabildiği. Bu noktada devreye tek bir kavram giriyor o kadar. Yazarın tanrıyı oynaması.
Her yazar gibi Ahmet Altan da bu kitabında tanrıyı oynuyor ve yarım bıraktığı bir oyunu anlatıyor, Son Oyun’u. Onun kader çizgisini değiştiren cinayet anından sonra ne olduğunu bilmiyoruz; ama tek bir şeyi biliyoruz. En güçlü adamların aynı anda hem en yakın arkadaşı olabildiğini hem de bu iki adamın birden kadınlarıyla yattığını. Ahmet Altan, öcünü alıyor.
Bir gün ansızın, hayatının en ‘değişik’ dönemini yaşadığı Taraf’tan ayrıldığı gibi romanın kurgusundan da ayrılıveriyor. Küçük bir tanrının yok oluşuna neden oluyor ama küçük bir tanrı olarak kendi de yok oluveriyor. Ama mesajı sabit kalıyor, söyledikleri sabit kalıyor Altan’ın. Yazar, kendine yakıştırdığı rolü oynuyor ve romanın ‘kaderini’ değiştirerek ayrılıyor. Tıpkı Taraf’tan ayrıldığı gibi. Bunca muktedirden sadece birini ortadan kaldırmayı başarıyor, üstelik masum olduğuna inandığı ama masum olmayan onlarca ilişkiden sadece biri için. Yazar, neticede yalnızca bir intikam almış oluyor. Taraf’ta yazdığı yıllarda AKP’yi oluşturan büyük koalisyonun tüm taraflarıyla ettiği flörtü ve herkesi ortada bırakıp gidişini anlatıyor. O küçük bir tanrı olmaya devam ediyor. Geri kalan her şeyse, pis bir nehirde kendi debisinde akıp gidiyor.
Mesele Dergisi’nin Ocak 2014 sayısında yayınlanmıştır.
Mesele Kitap Dergisi'nin 85. sayısı çıktı!
Susurluk kazasından AKP-Cemaat kavgasına:Paralel devletler diyarı / Şöhret BALTAŞ
Bir cenazenin maskelileri / Candan YILDIZ
Prof. Korkut Boratav ile söyleşi: Gezi, sistem karşıtıdır, kamucudur, anti-kapitalisttir, komüncüdür / Can SEMERCİOĞLU
Gezi’ye muhafazakar bakış: Hep aynı hikaye / Can SEMERCİOĞLU
Türkiye’de “anarşist aydın” olmak / Rıfat SALTOĞLU
Yeni ıstırap biçimleri / Erdoğan ÖZMEN
Ahmet Altan’ın son oyunu: İktidar ve Cemaat Çatışmasının kodları / Sarphan UZUNOĞLU
Erdem Yörük ile söyleşi: İktidar bloğu parçalanıyor, Cemaat ve AKP eski siyasi gücüne yeniden ulaşamayacak / Yunus ÖZTÜRK
Küresel kapitalizm, kimlik siyaseti ve çokkültürlülük / Ferma LEKESİZALIN
Hrant Dink cinayeti ve kamu görevlileri / Hakan BAKIRCIOĞLU
İrfan Sancı ile söyleşi: Appolinaire’in edebiyatçı olduğunu ispatlamak zorunda kaldık / Eda YİĞİT
Güvenceli esneklik ve kadınlara kısmi zamanlı çalışma dayatması / Deniz ULUSOY
Komünist Manifesto’dan Kapital’e sınıflar / E. Ahmet TONAK
Gülbeyaz Efe ile söyleşi: Eski yönetim sendikanın içini boşalttı, işverene teslim etti! /
Yunus ÖZTÜRK
Teknoloji ve yeni iletişim olanakları üzerine / Leyla ŞİMŞEK-RATHKE
Öyküyü kovalayan adam / Ayşe Özlem İNCİ
Şansını döndürmeyecek zarını ‘Sembolizm’le atan bir şair: Stéphane Mallarmé / Mehmet Akif ERTAŞ
Lokma hayrı ve Barba Kirkor’un külleri / Gülden ÇAKIR
Vino Del Mar / Mustafa ÖZCAN
Zaman bir bomba: Dünya yanıyor /
Tevfik KALKAN
Pasolini’nin dinmeyen kızgınlığı / Erol YEŞİLYURT
Kayıp bir Limon kapağının peşinde / Gürcan ÖZKAN
1 Mart 2012 Perşembe
Mesele Yeni Sayısında 8 Mart Emekçi Kadınlar Gününü Selamlıyor
Mesele Dergisi Mart ayına 63. sayısıyla merhaba derken, emekçi kadınların mücadelesini selamlıyor. Hülya Gülbahar'la yapılan "Erkeklerin Günde 5 Kadını Öldürmesi Bir Cinskırımdır!" başlıklı söyleşi ile AKP döneminde her ay artan kadın cinayetlerine dikkat çekilirken, Berat Günçıkan Gülfer Akkaya ile söyleşisinde 60'lar ve 70'lerde Türkiye'de kadın hareketinin geçmişine bir yolculuğa çıkıyor. Gülnur Elçik kadınlara sendikalaşma çağrısı yaparken Roboski unutulmuyor...
Semra Topal keyifle okuduğumuz eleştirilerine Nazı Eray'ın "Haalfeti'nin Siyah Gülü" romanıyla devam ediyor. Osman Öztürk Mesele için sağlıkta dönüşüm programına karşı izlenmesi gereken taktikleri aktarırken, Sarphan Uzunoğlu'nun konuştuğu Yaşar Adanalı orta sınıf olmanın kentsel dönüşüm 'terörü'nden yırtmaya yetmeyeceğini ifade ediyor. Can Yayınları'ndan çıkan Yaşam ve Yazgı'ya dair Keith Gessen tarafından yazılmış ayrıntılı bir yazının yanı sıra Sarphan Uzunoğlu'nun Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın Sızıntı'sına dair analizi ile Ece Temelkuran'ın Slavoj Zizek'e yazdığı mektup da Mesele'de yer alıyor.
Semra Topal keyifle okuduğumuz eleştirilerine Nazı Eray'ın "Haalfeti'nin Siyah Gülü" romanıyla devam ediyor. Osman Öztürk Mesele için sağlıkta dönüşüm programına karşı izlenmesi gereken taktikleri aktarırken, Sarphan Uzunoğlu'nun konuştuğu Yaşar Adanalı orta sınıf olmanın kentsel dönüşüm 'terörü'nden yırtmaya yetmeyeceğini ifade ediyor. Can Yayınları'ndan çıkan Yaşam ve Yazgı'ya dair Keith Gessen tarafından yazılmış ayrıntılı bir yazının yanı sıra Sarphan Uzunoğlu'nun Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın Sızıntı'sına dair analizi ile Ece Temelkuran'ın Slavoj Zizek'e yazdığı mektup da Mesele'de yer alıyor.
27 Şubat 2012 Pazartesi
Sevinç Altan’la Söyleşi: Yaratıcı Bir Siyasal Eylem Neden Sanat Sayılmasın?
Sevinç Altan'la Galata Kulesi'nin yakınındaki ofisinde buluştuğumuzda, kitapların arasında, o kitapların kapaklarında sözünü söyleyen biri kadar, üretken bir muhalifle de bulaşacağımızın bilincindeydim. Altan'la hem Ayrıntı Yayınlar’ının kitap kapaklarından oluşan sergiyi ve kitapları, hem de Türkiye'de sanat ve sanatın eleştirilmesi konusundaki aksaklıkları konuştuk.
Röportaj: Sarphan Uzunoğlu
***
Aslında öncelikle resimden ve sanattan konuşmak istiyordum; ama konumuz kitaplar ve kitaplarla buluşan resimler, ilk olarak soralım, resim yapmak ile bir kitabı resimlendirmek arasındaki fark ne sizin için?
Belli bir kitap için yapılan illüstrasyon o kitap bağlamında ele alınır. İçerdekine işaret eder, hakkında ipucu verir ya da merak ettirir. Yapan o kitap bağlamında gerçekleştirir her şeyi. Yazar, okur girer işin içine, çevirmen girer, yayınevinin bir formatı vardır; her şey bu çerçevede yer alır. Ona özel bir amaç için yapılmış olduğunu unutarak, bağlamından kopararak, yalıtılmış olarak bakamayız.
Resimdeyse her şey sadece yapanın çizdiği çerçeve içinde gerçekleşir. Bütün anlam-bağlam-mekân ilişkisini yapan kurar. Söyleyecek bir sözün vardır, onu kullandığın araç gereç neyse ona yükleyerek söylersin. Kitap kapağındaysa başkalarının söyledikleri sana bir şey yaptırır. Sen kendi dilinde söylersin ama söylediğin senin sözün değildir.
Gerçi Ayrıntı Yayınları’nın yayınladığı kitaplarla benim resimlerimdeki sözüm arasında bir örtüşme var. Özellikle “Yeraltı Edebiyatı” için yaptığım kapak illüstrasyonları bir bakıma resimlerimin mikro halleri gibi. Benden gerektiğinde griye dönüşen ‘pembe kalp’ çizmem istenmiyor mesela. Onun için kendi sözümü de besleyen bir özgür ilişki var Ayrıntı kapaklarıyla aramda.
Uzun dönem sinemada ve yönetmenlerin görüntü seçme biçimlerinde edebiyatın etkisini gördük, siz de farklı türde eserlerin illüstrasyonuyla ilgilendiniz. Kitap kapaklarının tasarımından önce yazarlarla konuşuyor musunuz? Onların talepleri mi belirleyici oluyor yoksa sizin istekleriniz mi?
Öncelikle söylemeliyim, kitapların tümden tasarımları bana ait değil, ben sadece illüstrasyon yapıyorum. Tasarımı bir bütün olarak yapmak sanırım daha hoş ve daha imkânlı alan açardı ama genellikle yerleşik bir formata sahip yayınevleri ve onların sunduğu mekânda hareket ediliyor.
Ayrıntı Yayınları dışında yaptığım bazı kapaklarda yazarlarla görüşme imkânı oldu. Ama bir anlama, anlatma, açıklama ihtiyacının getirdiği görüşmelerdi bunlar, özel bir taleple gelinmedi.
Ayrıntı Yayınları çoğunlukla çeviri kitap yayınladığı için (eskiden sadece çeviri kitaplar vardı), çevirmen ya da yayına hazırlayan editörle yapılan konuşmalarla kitap hakkında bilgi sahibi oluyorum. Şimdiye dek kimse şöyle ya da böyle yap şeklinde bir telkinde bulunmadı. Bu yüzden, kitabın benden talep ettiğinin dışında özgür bir alan sağlandı bana.
Tek sıkıntım renkle ilişkim oldu. Kendi resimlerim siyah-beyaz ve en basit, en az şeyle söylemeye çalışırım sözümü, bir kâğıt kalem yetebilir. Ama yüzlerce kapak!
Onlarca inceleme, edebiyat, sanat-kuram, lacivert kitaplar, ağır kitaplar gibi farklı dizi var; zorunlu olarak renk giriyor işin içine. Ama yine de baskın değil. Yayınevindeki arkadaşlar bundan pek hoşnut olmasalar gerek ki zaman zaman arka planda renk kullanarak bir denge kurmaya çalışıyorlar.
Siz kendi tasarımlarınızda renk kullanmayı fazla tercih etmiyorsunuz sanırım. Bunun özel bir sebebi var mı?
Çok az bir malzemeyle sözü söylemek amaç. Bir ara okuldan mezun olduğumda Mimar Sinan'dan denemiştim; ama renk beni hiç çekmedi. Siyah-beyaz bana fotoğrafta da çekici geliyor. Elbette, renkli resim yapılmaz demiyorum. Sözü nasıl söyleyebiliyorsan o yöntemi kullanırsın.
Farklı dönemleri düşünelim. Pop-art'da örneğin çok ciddi bir renk kullanımı var. 1900'lerin başındaki faşizm dönemindeki renk kullanımı farklı. Siz örneğin 1980'den bugüne renklerle ilgili farklı bir tutum aldınız mı?
Eskiden çok az renkler vardı, ama şimdi azaldı. Ama hiçbir zaman renkleri temel mevzu yapmayacağım. Sizin bahsettiğiniz dönemde asıl konu, renk.
Kitapların ruhlarının o kitapla ilgili çalışma yahut çalışmama konusundaki eğiliminize etkisi oluyor mu?
Çok! “Asiler, kaybedenler, hayalperestler, günahkârlar, beyaz zenciler, aşağı tırmananlar, uçurumdan atlayanlar”... iktidarın kendine uygun özneler üreten mekanizmalarının dışında akan bir özneler dünyası... beni heyecanlandıran, harekete geçiren yeraltı kokusu mesela, elimi alır götürür...
Bu tür kitaplarda hiç zorlanmam, boğuşurum zevkle ama zorlanmam. Ya da aklımı karıştıran bir inceleme metin; üstünde kafa patlatmaktan hoşlanırım. Tekinsiz alanlarda dolaşmaktan, öfkemin, isyanımın, heyecanımın beni yere yatırmasından çıkar resmim zaten. Onun için sizin deyiminizle ‘kitapların ruhu’ çalışmamı etkiler.
Şanslıyım! Düşünce tarzımızı, jestlerimizi bile durmadan kendine göre biçimleyip dayatan iktidarın çizdiği dünyanın ötesine doğru, mevcut dünyanın hesaplarını tersine çeviren, başka bir dünya için yeni imkânlar alanı açan kitaplar çıkıyor Ayrıntı Yayınları’ından. Ana yolda, bize dayatılan rotada ilerlerken ayak tökezletiyor. Ben de onlarla birlikte tökezliyorum. Tökezlemek iyidir!
Bir kitabın üstünde çalışırken hiç tereddüt ettiniz mi?
Elbette, bu kolay bir şey değil. Ama anlattığım gibi, benim bir meselem var ve buna bağlı olarak ben de çalışıyorum. Çalışmalarım soyut değil, soyutlamalar olsa da. Plastik anlamda dertleri öne çıkarak bir tavrım yok benim, onu kullanıyorum o kadar. Aslında Ayrıntı'nın kitaplarını yapmak kendi payıma şans oluyor. Benim sözümle ayrı yerde duran kitaplar değil.
Kapitalizm açık biçimde reklam sektörüyle beraber genişlemesiyle, tasarımın öne çıkmasıyla, yayınevleri reklam şirketleriyle çalışmaya başladı. Gerçekten sizce, yayınevleri karşı konulamaz reklam hanedanına teslim olacaklar mı?
Her şey artık satışa sunulmuş durumda. Giyimimizle kuşamımızla, konuşma biçimimizle ne kadar kendimize ait bir şey ortaya koyduğumuzu düşünsek de öyle değil. Ne yaparsan yap bu sistemin içinde debelenirken, onun bütün hastalıklarını üstümüzde taşıyoruz. Sanırım tesim olacaklar onlar da...
Sanatın baskı altındaki ülkelerde zirvesine ulaştığına dair bir söylem ortada dolaşadursun, Türkiye'nin rejimin aldığı yeni hal ile baskı kendini iyice gösteriyor. Sizce Türkiye'deki sanat, sinemadan edebiyata, müzikten resime, politik olarak yeterince ses çıkarabiliyor mu? Sanattan çıkan sesin kitleselleşmesi mümkün oluyor mu?
Sanat nesneleri, kendilerini sanat nesneleri olarak tanımlanmalarını getiren mekânlardan taşarak kamusal alana çıktı epey zamandır. Bir çok heykel, video iş, enstalasyon kamusal alanda yer aldı, performanslar yapıldı, yapılıyor. Sanat sokağa çıktı, izleyici salt izleyici olmaktan çıksın işin içine katılsın istendi. Sokak ya da farklı işlevsellikleri olan mekânlar sanat mekânları oldular bir süreliğine.
Bunların çok azı gerçekten kitleselleşti, ya da amacına ulaştı. Çoğu sınırlı ve belli bir kitlenin izlediği ya da katıldığı ‘proje’ler halinde kaldılar. Söylediklerimden yapılanları küçümsediğim anlamı çıkmasın tabii ama hal bu. ‘Oda projesi’ gibi sanatı bir süreç olarak gören, kentsel dönüşüm çerçevesinde mahalleyle ilişki kuran iyi projeler de hayata geçti ama...
Sokağa çıkan, kamusal alanda hareket eden her iş demokratik bir ilişki kuracak, kitleselleşecek diye de bir durum yok. Nasıl yaptığın önemli. Meydanlara dikilen devasa boyutta, insanları ezen, tepeden bakan heykellerden söz etmiyorum bile. İsterse adı ‘barış’ olsun.
Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Katiller, Sanatçılar ve Teröristler adlı kitapta, teröristlerin “Batı'nın dehşet uyandırıcı ekonomik ve kültürel düzenini yok etme” arzusu ile sanatçıların arzuladıkları arasında bağlar kuruluyor.
Kitabın yazarları Frank Lentricchia, Jody McAuliffe, elektronik müziğin önemli ismi Alman besteci Karlheinz Stockhausen'in Dünya Ticaret Merkezi'nin yıkılışını büyük bir sanat eseri olarak tanımlamasıyla patlayan ‘skandal’dan yola çıkarak, son iki yüzyıldır ‘politik aşırılık’ ile avangard sanatsal hareketlerin bir anlamda nasıl birbirlerini beslediklerini açıklamaya çalışıyorlar.
Belki de bir anlamda, sanatın yapmak istediğini tam da bunlar yapıyor işte demeye getiriliyor. Stockhausen, “Kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri,” demişti, 11 Eylül saldırılarının ardından. Sanat alanında istediğiniz en radikal politik işi yapın, 11 Eylül’ün etkisiyle baş edemezsiniz, mesele ses getirmekse!
Onun için sanattan ne beklenip beklenmeyeceği üzerinde tekrar tekrar düşünmekte yarar var bence. Neyin sanat neyin sanat olmadığına kim karar veriyor? Yaratıcı bir politik eylem neden sanat sayılmasın? Kriterler ne? Soru sormaya devam etmek en iyisi sanırım. Bu bağlamda Türkiye’de sanattan çok hakkındaki konuşmalar mı ses getiriyor acaba?
Kitlesel bir protestlik demişken, örneğin bir Ahmet Kaya örneği var. Sizce, resmin protestliğinin kitleselleşemeyişi diye bir durum var mı? Varsa bunu neye bağlıyorsunuz? Ulaşılmazlığı, anlaşılmazlığı, farklı bir altyapı gerektirişi?
Bir önceki sorunun cevabından devam edersek resmin kitleselleşmesini ummak yerine ben, Ahmet Kaya dinleyelim derim. Resim sessizce sözünü söylesin minör bir sanat olarak. Esas mesele, iktidar tarafından yönlendirilmeden ya da yönlendirildiğinin farkında olarak, yaptığıyla gündelik, politik olarak eylediği arasında bir hiyerarşik ilişki kurmadan hareket etmek. Sanat olarak yaptığını kutsallaştırarak hayatın üstüne koymamak. Bu çok önemli geliyor bana.
Kitapların toplatıldığı bir ülkede kitap kapaklarında anlam yaratıyorsunuz. Devlet tarafından terörize edilen bir araç olarak kitap, sizce 21. asırda ne kadar etkili? 20. yüzyıldaki etkisiyle bu yüzyıldaki etkisini karşılaştırabilir misiniz?
Kitap toplatanlar kitapları hâlâ çok önemsiyorlar anlaşılan. Bir süre önce Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu hakkında müstehcenlik iddiasıyla soruşturma açılmıştı. İfadesi için karakola çağrılan çevirmen Funda Uncu’ya polis, “Utanmıyor musun bunu yazmaya?” diye sormuş. Ne hallerdeyiz! Ben de çok büyük bir keyifle yapmıştım kapak illüstrasyonunu.
20. yüzyıl, 21. yüzyıl karşılaştırması yapabilecek yetkinlikte görmüyorum kendimi de... Alain Badiou, MonoKL Yayınları’nın davetlisi olarak “Devrim, Demokrasi, Felsefe” kongresine katılmak üzere Türkiye'ye geldiğinde 20. yüzyılın ve 21. yüzyılın tutkuları, korkuları ve vaatleri üzerine bir söyleşi yapılmış.
Bir soru üzerine Yüzyıl adlı kitabında 19. yüzyılın tutkusunu 'ütopyacılık', 20. yüzyılınkini 'gerçeklik' olarak tarif ederken 21. yüzyılın tutkusunu ise ‘korku’ olarak belirtmiş Badiou. “Hatta tutkudan korku. Krizden korku. Ötekinden, başkasından, yabancı olandan bir korku. Bütün bu korkular büyük bir tutku oluşturuyor,” diye devam ediyor, Batı’dan söz ettiğini de belirterek.
Bu korku kitapla ilişkiyi nasıl etkiler diye bir soru geldi aklıma benim de. Tutkulu bir halde kitaptan korkmak! Söyleşinin devamında, “21. yüzyılda umut az ama giderek çoğalacak. Başka halkların da güçlenmesiyle dünyanın kendisi de daha geniş bir yer haline gelecek. Batı çok küçük bir hale geldi, ötesine geçmek lazım,” diyen Badiou ya da Arap Baharı gibi umut kıvılcımlarıyla başka yönlere merakla dönen başlar kitapların etkisini bu bağlamda sürdürebilir belki.
Türkiye'de sanat eleştirisi müessesesinin varlığından bahsedilebilir mi?
Türkiye'de sanat eleştirisi ne yazık ki kişiler tarafından konuşuluyor. Popüler isimler arasında konuşuluyor. Güncel sanat ve ona karşı çıkanların örneğin bir dönem tartışması olmuştu. Resim yapılamaz, öldü gibi tartışmalar oldu. Ben örneğin, ikisine de dahil değilim.
Önemli olan sözünü söylerken hangi malzemenin sana yakın durduğudur. Video-art yaparsın, video işine yaradığı için yaparsın. Neyi nasıl söyleyebileceğin önemli. Söylem ve araç birbiriyle bağlı şeyler.
Mesela, şimdi fotoğrafçılık konusunda yaşanan bir durum var, makinelerin ucuzlamasıyla birçok fotoğrafçı ortaya çıktı. Çizim konusunda da, akademiler ve teknoloji bir sürü çizer ortaya çıkardı. Eğer 'daha iyi', 'daha hakiki' diye bir şey varsa, bunu değerlendirebilecek bir yer var mı?
Şu anda öyle bir şey yok; ama bütün bunların çoğalması, insanların bir şeyler yapması bence iyi bir şey, şu açıdan da iyi. Tekelleşmeyi kıran bir şey. Kutsal sanatçıları ve tabuları ortadan kaldıran bir şey. Tabii bunu değerlendirebilecek birileri yok; ama tartışılıyor, konuşuluyor, yine de gerçek tartışmalar ortaya çıkmıyor.
Mesela, şu heykel tartışması. Birdenbire Mehmet Aksoy'un heykelinin yıkılması mevzusu çıktı ve ucube lafı dolaştı; bana da mesaj gelmişti, ben katılmadım. Çünkü dikey bir şeydi, C4'lerle yıkılabilecek bir şeydi. Hamasi bir dil vardı arkasında.
Kadın deyince, yaptığı heykellerde hamile bir kadın görülüyordu. Her şeye bakışında erkek bir dil kullanıyordu; ama ben orada aynı zamanda Tayyip Erdoğan'ın “tez yıkıla” cümlesinin arasında kalıyordum.
Bir yanda yakıp yıkan bir dil var, diğerinde de aynı dil var. Sanırım arada kalıyoruz.
Her konuda böyle bir şey var. Bu eleştirel dil, bu iki dilin arasında bir şeyler söylemeye çalışan insanların dili oluyor. Örneğin, bu heykel mevzusu ve kamusal alan hiç tartışılmıyor. Bu kamusal alan meselesi. Bela gibi o heykeller, ben onları görmek istemiyorum. Örneğin Beşiktaş'taki heykel. Üstlerinde Atatürk olduğu için değil sadece, o dikeylik ve kalıcılıkla rahatsız edici bu heykeller.
Örneğin, Türkiye'de şöyle bir durum var. Çok büyük heykeller ve gravürlerin dibinde kocaman bir yoksulluk var. Bu öyle ya da böyle sınıfsal bir nefret oluşturmaz mı? Bir yanda sanat, öte yanda yoksulluk var.
Umarım insanların tepki duymasına yol açıyordur bu; ama öyle bir kutsallık yaratılıyor ki, insanlar bir şekilde bunlara yatırlara bakar gibi bakıyor. Keşke bu insanlarda bir şey yaratsa da insanlar tepki gösterseler. Ama bu tarz heykellerin ve temsil edilen kişilerin öyle bir kutsallığı var ki, kutsallık üstüne kutsallık biniyor böyle durumlarda.
Örneğin sol içinde kendimizi değerlendirirken, bu heykel ve sanat mevzusunda bizim de pek kafa yorduğumuzu düşünmüyorum. Örneğin, Stalin yahut Che heykelleri dikilse Türkiye solunun çok farklı bir tepki vereceğini sanmıyorum; acaba bu ideolojinin alt kodları göremeyecek kadar bir şeyleri mitleştirmesi mi problem?
Evet, asıl mesele o galiba. Sadece heykel sanatçıları tartışmamalı bunu. Mitleştirmek işte mesele. Orada Mehmet Aksoy'un heykeli adına barış da dense bir şey ifade etmiyor. Bana o dikilen Atatürk heykeliyle farklı bir şey ifade etmiyor. Örneğin, bir heykeli bana soruyorlar. Bunu gelip sana da, bir başkasına da sormak gerekiyor.
Türkiye'deki güzel sanatlar başlığı altına toplanmış sanat eğitimine nasıl bakıyorsunuz? Yahut, sanat eğitiminin, özerk olmayan bir kurumda verilmesinin sanatın ruhuyla ilişkisi nedir sizce? Acaba, ekoller için müritler üreten bir sanat eğitim sistemini yeşertiyor olabilir miyiz?
Sorgulamalara alan açan, aramaya düşünmeye yönelten bir eğitim sistemimiz olmadığı çok açık. Sanatın sorgulayıcı, arayan, deneyen, yıkıp kuran, tekrar yıkıp kuran ‘ruhu’nu öldüren, belli bir normun içinde tekrarlarını üreten, öğreten bir eğitim sistemi; tabii ki ‘müritler’ yetiştirecek.
Güzel Sanatlar adından da başlayarak bu eğitim konseptini alaşağı etmeden hiçbir şey yapılamaz bence. Onunla uğraşmak yerine hayatın içinde akabilen, insanların potansiyellerini tam olarak kullanabildiği, bağımsız kişiliklerin yeşerebileceği alternatif alanlar oluşturulmalı diye düşünüyorum.
Sanatın yeni, gerilla formları var, bir yandan da internet gelişiyor. Sanatın, yeni sergilenme biçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Yakın dönemde gerilla formların güçleneceği aşikâr, bir yanda da internet var, o da orijinal eserlerin bir şekilde dağıtımını kolaylaştırıyor ve illegal yollardan sanatçını gelir elde etmesini engelliyor. Burada gidişat nereye varır sizce?
‘Güzel Sanatlar Sistemi’nin kendinden menkul aşkın hali, modernist sanat ve sanatçı ideali sorgulanarak; sanat sisteminin iktidarla kurduğu ilişkiler ağını eleştiren, karşı çıkan, protesto eden, delen işler üretildi.
Sanatçılar giderek, özellikle de güncel sanat alanında kamusal, politik meselelere doğrudan yaklaştılar son yıllarda. Ancak sistem kendine en karşı olanı bile içine alıp öğütüyor ki en protest iş bile kendini iktidarın yeni ağının içinde bulabiliyor.
Sanatın metalaşmasına, alınıp satılırlığına karşı yapılan birçok iş çok büyük meblağlarla satışa sunulur, şaibeli sponsorların desteğiyle çok büyük meblağlarla üretilir oldu. Politik olma iddiasındaki birçok sanat eylemi, güncel politik eylemelerden soyutlanarak, özel ve aşkın bir alan olarak yeniden kuruluyor sanki. Yeni otoriteler, yeni peygamberler ve onlardan onay alma halleri gelişiyor.
Hiçbir iktidar ilişkisi barındırmayan, hiçbir kurum ve otoriteden icazet almayan, kendini güncel politik eylemlerin kıvrımlarına bırakmaktan çekinmeyen sanat eylemeleri. Bu anlamda, ‘gerilla formu’, internetle açılan yeni mecralar akışkan halleriyle buna imkânlı.
Ama bir yandan da Küçük İskender’in cümlesi aklımda dolaşıyor. “Tüm vosvoslar büyüdüğünde limuzin olmak istiyorlar” diyordu.
(Mesele Şubat 2012)
20 Şubat 2012 Pazartesi
Eve Arnold: Beyaz Kadının Kara Hakikati Arayışı
Fotoğrafçılarla ilgili hikâyeler bitip tükenmez. Gerçeğin, hakikatin tutumunu belgelemeyi görev edinmiş o cesaret timsalleri, fotoğraf çekerlerken şu malum ‘basın mensupları’ konulu karelerin çok ötesinde bir şeyi anlatırlar; onlar, haber fotoğrafçıları, insanlık ulusuna mensup, muktedire değil hakikate taraf, evrene dair üçüncü gözlerdir. Üstelik ne sesleri vardır, ne kalemleri, tek bir fotoğrafla, sayfalara dökülecek o hakikati, bütün o savaşların, acının orta yerinden haykırıverirler…
Yukarıdaki fotoğrafa iyi bakın; zeminin üstünde, size hiç de ‘konforlu’ ya da ‘ergonomik’ gelmeyen biçimde duran o kadının, yüzündeki o çizgilerin her biri hakikatin omzuna yüklediklerinden ibaret. Şimdilerde, fotoğrafçılığı bir kameraya sahip olmaya eşdeğer görenler için, bu fotoğrafın ifadesi yalnızca bir ‘karizmatik an’ olabilir.
Oysa Eve Arnold, insanlığın ta kendisiyle sınavında, hepimize notu veren, objektiflerin subjektif ve kamusal yarar odaklı olduklarında da değerli olduğu zamanların temsilcisi olarak orada duruyor. Her bir kırışıklığında, her bir çizgisinde, hakikatin izini taşıyor. Bizeyse o ömre ve o ömre sığan fotoğraflara bakış atmak kalıyor.
Eve Arnold’un 100 yıllık ömrü 1912 Nisanı’nda, Philadelphia’da dokuz çocuklu ailenin kızı olarak başlamıştı. Annesi ve babası Rus musevilerdi. Babası, iyi eğitim görmüş biri olmasına rağmen, Eve’in çocukuğu yoksulluk içinde geçti. İki dünya savaşı, onlarca savaş, az da olsa barış gören Arnold’u önemli kılan detaylardan biri de Magnum Fotoğrafçıları’nın ilk kadın üyesi olmasıydı. Amerika’da merak saldığı ve New York’taki Yeni Sosyal Araştırmalar Okulu’nda Alexei Brodovitch eşliğinde öğrendiği fotoğraf sanatı Arnold’un hayatının hep ortasında durdu.1 Oysa fotoğrafçılığa başlaması fazlasıyla garip bir öykünün sonucuydu.
Eve Arnold tıp okumaya heves etmişti; ancak erkek arkadaşının ona aldığı kamera hayatında çığır açtı. Fotoğrafa ilişkin ilk tecrübelerini bu kameranın ardından gelen süreçte edindi. Bir bakış açısı vardı elbette; ama bu kendisinin de belirttiği üzere sınırlı bir bakış açısıydı.
Irkçılığın ve Yoksulluğun Ortasında
İlk fotoğraf çalışması, ırkçılığın dorukta olduğu yılların Amerika’sında bir Afro-Amerikan defilesiydi. Bu çalışmasıyla, Magnum Photos’un ve Henri Cartier-Bresson’un ilgisini çekecekti.
Batı’nın Arap Dünyası’nı çok uzak gördüğü bir zaman diliminde, 1960′ların sonunda başlayan bir süreçte Arnold, Arap Dünyası’nı, Arap ülkelerindeki günlük hayatı ve iktidar ilişkilerini inceleyen bir foto-belgesel çabasına girişti. Keza, çalışmaları arasında Amerika’daki Siyahların mücadelesine de önemli bir yer ayırmaktaydı. Nitekim, Malcolm X’le ve Kara Panterler’le ilgili hatıralarını anlatırken şunları söylüyordu:
Siyahi Müslümanlar beyaz basını aşağılık bulurlardı; bu yüzden ancak bir yılda içeri girebildim. Bir film yapımcısı aracılığıyla, Louis Lomax adlı bir ‘arabulucu’dan haberim olmuştu. Bir öğle yemeğinde buluşmak ve haberi konuşmak üzere sözleştik. Lomax tam iki saat gecikti, geldiğinde kendine bir içki aldı ve bana bakıp, benim Müslümanlar hakkında bir haber yapmak istemediğimi, tek istediğimin siyahi bir adamı yatağa atmak olduğunu söyledi. Öfkeyle yerimden kalkıp, çıktım. Peşimden geldi ve bunun bir test olduğunu söyledi; istediğim buluşmayı 1.000 dolar karşılığında ayarlayacağını ekledi. Ödemeyi yaptım ve böylece Siyahi Müslümanların arasına girebilmem sağlanmış oldu.2
Bir fotoğrafçı olmasının yanı sıra, siyahların dünyasında hakikati arayan bir kadındı. Bu onu hep ‘şüpheyle bakılan biri’ konumunda bırakıyordu. Herkesin kafasında onunla ilgili soru işaretleri vardı. Oysa o, kendi soru işaretlerinin peşinden koşmaktan başka bir şey yapmıyordu. Evrenin iktidar ilişkilerinin ona ‘zayıflığı’ olarak sunduğu her şeye dair sorularından şöyle bahsediyordu:
Aynı tema işlerimde birden fazla kez görülebilir. Ben yoksuldum, yoksulluğu belgelemek istedim, bir çocuk yitirdim ve kafayı doğuma taktım; siyasete ilgim vardı ve siyasetin hayatlarımızdaki etkisini görmek istedim, bir kadınım ve kadınları bilmek istedim.3
Hayatı Öğrenme Biçimi Olarak Fotoğraf
Kısacası, onun hakikatle ilişkisi ‘görev icabı’ değildi. Hayatın ta kendisiyle savaşırdı ve ondan ‘öğrenme’ yöntemi fotoğraftı. Fotoğrafı birilerini eğitme yahut onların üstünde otorite kurma enstrümanı olarak kullanmadı; fotoğraf onun için yalnızca üstüne düşünülecek bir uğraş değil, bir şeylerin üstüne düşünme biçiminin ta kendisiydi.
Arnold’un neler yaptığına baktığımızdaysa ortaya Marilyn Monroe’nun fotoğraflarından, Amerikan First Lady’lerinin portrelerine kadar birçok özel iş geliyordu. 1979′da Çin’e gitti; ardından Küba’ya gidip otuz yıl önce fotoğrafladığı ailenin yeni kuşaklarının fotoğraflarını çekmesi hayatındaki güzel rastlantılardan biriydi. 1980′de Brooklyn’de ilk sergisini açtığında artık altmış sekiz yaşını görmüş bir fotoğrafçıydı.
Kraliçe Elizabeth II, Senatör Joseph McCarthy, Jacqueline Kennedy, Malcolm X, Joan Crawford ve Marilyn Monroe gibi isimlerin yanı sıra ‘sıradan’ olarak adlandırılan, ama ‘imaj yapım çalışmaları’na maruz bırakılmamış insanlar çekti; onlar için uzaklardaki ülkelerde yaratılan imajları alt üst etti.
İnsanlık tarihinin bütün ötekilerinin üzerine örtmekte bir an olsun tereddüt etmediğimiz, Yıldırım Türker’in “yüzündeki sinekleri kovmaktan vazgeçmiş sümüklü bebekler” olarak algıladığımızı yüzüne vurduğu o insanların ‘ânları’nı haberleştirdi. Acıların uzaklaştırılmasına değil, onların dibimizde olduğuna ikna etmeye çalıştı bizi.
Kadının Erkten Sıyrılan Gözü
Kadınların fetişize edildiği dünyada, kadın gözüyle kadınları çekebilme şansı vardı. Fotoğraflarındaki kadınlar da adamlar da o korkunç iktidarın cazibesinden uzaktalardı. Oysa, fotoğraflarıyla politika yaptığını görmek kolaydı. O siyah çocuğun ellerini iki omzuna dayamış güçsüzlüğü de Marilyn Monroe’nun masumiyetini de görebilecek kadar açık zihinliydi. Evren algısını sınırlara hapsetmemişti.
Beyazlığını da kadınlığını da asla birer ‘avantaj’ olarak kullanmadı. Fotoğrafladığı hakikatten kendini soyutlamadı, savaşın ‘egzotik’ yahut ‘oryantalist’ bir yorumu yerine, orada olmanın peşine düştü.
‘Ünlülerin arkadaşı’ olarak tanımlamak sanırım Arnold’u küçümsemek olur; fotoğrafını çektiği asrın insanlarından en çok Marilyn Monroe’yu sevdi. On yıl boyunca hayatını karelerle ifade ettiği o kadının radikalliğinin vesikasıydı işleri. Life, Esquire, Harper’s Bazaar ve Paris-Match gibi dergiler için foto muhabirliği yaptı. İrlanda’nın Sunday Independent gazetesi özellikle Monroe fotoğraflarının önemine şöyle değiniyordu: “10 yıl boyunca yakından fotoğrafladığı Marilyn Monroe’nun 1961 yılında başrolünü oynadığı “Uygunsuzlar” adlı filmin setinde çektiği kareler adeta bir başyapıt oldu. Bu film seti parlak kariyerlerinin başındaki iki kadının şöhrete attıkları ilk adımlarına sahne oldu.”
Tarihi sorduklarında, “Oradaydım,” diyebileceklerden biri olmanın yanı sıra, bir pişmanlığına rastlamadığımız sayılı hakikat tanıklarından biriydi. Doksan dokuz yaşında onu yakalayan ölüm, asırlık bir çınarı deviremedi. O tarihin ‘kalıcılaşması’ ve ders çıkarılır hâle getirilmesinin peşindeydi.
Kendiyle aynı adı taşıyan galeri sahibi Stephen White onun sosyal olarak önem arz eden, II. Dünya Savaşı sonrası dönem fotoğrafçıları arasında çok ciddi bir yere sahip olan bir fotoğrafçı olduğuna değiniyordu.
Sadece Londra’da 1996′da açılan retrospektifiyle bile 62 bin insana ulaşan ve aklımıza görüntüler kazıyan kadın, 20′ye yakın ödülden çok fazlasını, 20. yüzyılda kadın ve dürüst olabilme tecrübesini hediye etti hepimize, üstelik sözle değil, doğru anda doğru yerde ve en ‘güzel’ bakış açısına sahip olarak.
Onun fotoğrafını ve fotoğrafçılığını en iyi ifade eden belki de İtalya’dan Corriere Della Serra ise eşsiz gözlemciliğini öne çıkaran ifadesiydi : “Küba’da bir rom şişesinin ardındaki genç kızın dramatik yalnızlığını ya da Güney Afrika’daki bir grup Zulu kadınının umutsuzluğunu anlatacak kadar başarılıydı. Fotoğrafları hassas, derin ve duyarlı bir kadın bakışının zenginliğiydi. Ve bu bakış bazen sertleşse bile yumuşaklığını hiçbir zaman kaybetmiyordu.”
1) http://bit.ly/A1C22K.
2) Magnum Stories, s. 16.
3) Cape Jonathan, Eve Arnold, Unretouched Woman, 1976.
Sarphan Uzunoğlu - Mesele
(Mesele Dergisi’nin Şubat 2012 sayısında yayınlanmıştır.)
Yukarıdaki fotoğrafa iyi bakın; zeminin üstünde, size hiç de ‘konforlu’ ya da ‘ergonomik’ gelmeyen biçimde duran o kadının, yüzündeki o çizgilerin her biri hakikatin omzuna yüklediklerinden ibaret. Şimdilerde, fotoğrafçılığı bir kameraya sahip olmaya eşdeğer görenler için, bu fotoğrafın ifadesi yalnızca bir ‘karizmatik an’ olabilir.
Oysa Eve Arnold, insanlığın ta kendisiyle sınavında, hepimize notu veren, objektiflerin subjektif ve kamusal yarar odaklı olduklarında da değerli olduğu zamanların temsilcisi olarak orada duruyor. Her bir kırışıklığında, her bir çizgisinde, hakikatin izini taşıyor. Bizeyse o ömre ve o ömre sığan fotoğraflara bakış atmak kalıyor.
Eve Arnold’un 100 yıllık ömrü 1912 Nisanı’nda, Philadelphia’da dokuz çocuklu ailenin kızı olarak başlamıştı. Annesi ve babası Rus musevilerdi. Babası, iyi eğitim görmüş biri olmasına rağmen, Eve’in çocukuğu yoksulluk içinde geçti. İki dünya savaşı, onlarca savaş, az da olsa barış gören Arnold’u önemli kılan detaylardan biri de Magnum Fotoğrafçıları’nın ilk kadın üyesi olmasıydı. Amerika’da merak saldığı ve New York’taki Yeni Sosyal Araştırmalar Okulu’nda Alexei Brodovitch eşliğinde öğrendiği fotoğraf sanatı Arnold’un hayatının hep ortasında durdu.1 Oysa fotoğrafçılığa başlaması fazlasıyla garip bir öykünün sonucuydu.
Eve Arnold tıp okumaya heves etmişti; ancak erkek arkadaşının ona aldığı kamera hayatında çığır açtı. Fotoğrafa ilişkin ilk tecrübelerini bu kameranın ardından gelen süreçte edindi. Bir bakış açısı vardı elbette; ama bu kendisinin de belirttiği üzere sınırlı bir bakış açısıydı.
Irkçılığın ve Yoksulluğun Ortasında
İlk fotoğraf çalışması, ırkçılığın dorukta olduğu yılların Amerika’sında bir Afro-Amerikan defilesiydi. Bu çalışmasıyla, Magnum Photos’un ve Henri Cartier-Bresson’un ilgisini çekecekti.
Batı’nın Arap Dünyası’nı çok uzak gördüğü bir zaman diliminde, 1960′ların sonunda başlayan bir süreçte Arnold, Arap Dünyası’nı, Arap ülkelerindeki günlük hayatı ve iktidar ilişkilerini inceleyen bir foto-belgesel çabasına girişti. Keza, çalışmaları arasında Amerika’daki Siyahların mücadelesine de önemli bir yer ayırmaktaydı. Nitekim, Malcolm X’le ve Kara Panterler’le ilgili hatıralarını anlatırken şunları söylüyordu:
Siyahi Müslümanlar beyaz basını aşağılık bulurlardı; bu yüzden ancak bir yılda içeri girebildim. Bir film yapımcısı aracılığıyla, Louis Lomax adlı bir ‘arabulucu’dan haberim olmuştu. Bir öğle yemeğinde buluşmak ve haberi konuşmak üzere sözleştik. Lomax tam iki saat gecikti, geldiğinde kendine bir içki aldı ve bana bakıp, benim Müslümanlar hakkında bir haber yapmak istemediğimi, tek istediğimin siyahi bir adamı yatağa atmak olduğunu söyledi. Öfkeyle yerimden kalkıp, çıktım. Peşimden geldi ve bunun bir test olduğunu söyledi; istediğim buluşmayı 1.000 dolar karşılığında ayarlayacağını ekledi. Ödemeyi yaptım ve böylece Siyahi Müslümanların arasına girebilmem sağlanmış oldu.2
Bir fotoğrafçı olmasının yanı sıra, siyahların dünyasında hakikati arayan bir kadındı. Bu onu hep ‘şüpheyle bakılan biri’ konumunda bırakıyordu. Herkesin kafasında onunla ilgili soru işaretleri vardı. Oysa o, kendi soru işaretlerinin peşinden koşmaktan başka bir şey yapmıyordu. Evrenin iktidar ilişkilerinin ona ‘zayıflığı’ olarak sunduğu her şeye dair sorularından şöyle bahsediyordu:
Aynı tema işlerimde birden fazla kez görülebilir. Ben yoksuldum, yoksulluğu belgelemek istedim, bir çocuk yitirdim ve kafayı doğuma taktım; siyasete ilgim vardı ve siyasetin hayatlarımızdaki etkisini görmek istedim, bir kadınım ve kadınları bilmek istedim.3
Hayatı Öğrenme Biçimi Olarak Fotoğraf
Kısacası, onun hakikatle ilişkisi ‘görev icabı’ değildi. Hayatın ta kendisiyle savaşırdı ve ondan ‘öğrenme’ yöntemi fotoğraftı. Fotoğrafı birilerini eğitme yahut onların üstünde otorite kurma enstrümanı olarak kullanmadı; fotoğraf onun için yalnızca üstüne düşünülecek bir uğraş değil, bir şeylerin üstüne düşünme biçiminin ta kendisiydi.
Arnold’un neler yaptığına baktığımızdaysa ortaya Marilyn Monroe’nun fotoğraflarından, Amerikan First Lady’lerinin portrelerine kadar birçok özel iş geliyordu. 1979′da Çin’e gitti; ardından Küba’ya gidip otuz yıl önce fotoğrafladığı ailenin yeni kuşaklarının fotoğraflarını çekmesi hayatındaki güzel rastlantılardan biriydi. 1980′de Brooklyn’de ilk sergisini açtığında artık altmış sekiz yaşını görmüş bir fotoğrafçıydı.
Kraliçe Elizabeth II, Senatör Joseph McCarthy, Jacqueline Kennedy, Malcolm X, Joan Crawford ve Marilyn Monroe gibi isimlerin yanı sıra ‘sıradan’ olarak adlandırılan, ama ‘imaj yapım çalışmaları’na maruz bırakılmamış insanlar çekti; onlar için uzaklardaki ülkelerde yaratılan imajları alt üst etti.
İnsanlık tarihinin bütün ötekilerinin üzerine örtmekte bir an olsun tereddüt etmediğimiz, Yıldırım Türker’in “yüzündeki sinekleri kovmaktan vazgeçmiş sümüklü bebekler” olarak algıladığımızı yüzüne vurduğu o insanların ‘ânları’nı haberleştirdi. Acıların uzaklaştırılmasına değil, onların dibimizde olduğuna ikna etmeye çalıştı bizi.
Kadının Erkten Sıyrılan Gözü
Kadınların fetişize edildiği dünyada, kadın gözüyle kadınları çekebilme şansı vardı. Fotoğraflarındaki kadınlar da adamlar da o korkunç iktidarın cazibesinden uzaktalardı. Oysa, fotoğraflarıyla politika yaptığını görmek kolaydı. O siyah çocuğun ellerini iki omzuna dayamış güçsüzlüğü de Marilyn Monroe’nun masumiyetini de görebilecek kadar açık zihinliydi. Evren algısını sınırlara hapsetmemişti.
Beyazlığını da kadınlığını da asla birer ‘avantaj’ olarak kullanmadı. Fotoğrafladığı hakikatten kendini soyutlamadı, savaşın ‘egzotik’ yahut ‘oryantalist’ bir yorumu yerine, orada olmanın peşine düştü.
‘Ünlülerin arkadaşı’ olarak tanımlamak sanırım Arnold’u küçümsemek olur; fotoğrafını çektiği asrın insanlarından en çok Marilyn Monroe’yu sevdi. On yıl boyunca hayatını karelerle ifade ettiği o kadının radikalliğinin vesikasıydı işleri. Life, Esquire, Harper’s Bazaar ve Paris-Match gibi dergiler için foto muhabirliği yaptı. İrlanda’nın Sunday Independent gazetesi özellikle Monroe fotoğraflarının önemine şöyle değiniyordu: “10 yıl boyunca yakından fotoğrafladığı Marilyn Monroe’nun 1961 yılında başrolünü oynadığı “Uygunsuzlar” adlı filmin setinde çektiği kareler adeta bir başyapıt oldu. Bu film seti parlak kariyerlerinin başındaki iki kadının şöhrete attıkları ilk adımlarına sahne oldu.”
Tarihi sorduklarında, “Oradaydım,” diyebileceklerden biri olmanın yanı sıra, bir pişmanlığına rastlamadığımız sayılı hakikat tanıklarından biriydi. Doksan dokuz yaşında onu yakalayan ölüm, asırlık bir çınarı deviremedi. O tarihin ‘kalıcılaşması’ ve ders çıkarılır hâle getirilmesinin peşindeydi.
Kendiyle aynı adı taşıyan galeri sahibi Stephen White onun sosyal olarak önem arz eden, II. Dünya Savaşı sonrası dönem fotoğrafçıları arasında çok ciddi bir yere sahip olan bir fotoğrafçı olduğuna değiniyordu.
Sadece Londra’da 1996′da açılan retrospektifiyle bile 62 bin insana ulaşan ve aklımıza görüntüler kazıyan kadın, 20′ye yakın ödülden çok fazlasını, 20. yüzyılda kadın ve dürüst olabilme tecrübesini hediye etti hepimize, üstelik sözle değil, doğru anda doğru yerde ve en ‘güzel’ bakış açısına sahip olarak.
Onun fotoğrafını ve fotoğrafçılığını en iyi ifade eden belki de İtalya’dan Corriere Della Serra ise eşsiz gözlemciliğini öne çıkaran ifadesiydi : “Küba’da bir rom şişesinin ardındaki genç kızın dramatik yalnızlığını ya da Güney Afrika’daki bir grup Zulu kadınının umutsuzluğunu anlatacak kadar başarılıydı. Fotoğrafları hassas, derin ve duyarlı bir kadın bakışının zenginliğiydi. Ve bu bakış bazen sertleşse bile yumuşaklığını hiçbir zaman kaybetmiyordu.”
1) http://bit.ly/A1C22K.
2) Magnum Stories, s. 16.
3) Cape Jonathan, Eve Arnold, Unretouched Woman, 1976.
Sarphan Uzunoğlu - Mesele
(Mesele Dergisi’nin Şubat 2012 sayısında yayınlanmıştır.)
7 Şubat 2012 Salı
Elif Şafak’ın “İskender”i: Kadın Cinayetlerinin Suçunu Yine Kadınlara (ve de Kürtlere) Sıçratmak - Şöhret Baltaş
Tarihin hangi döneminde yaşadığımız, hangi müziği dinlediğimizden ne okuduğumuza kadar pek çok alanda bize bir çerçeve çizer. Gelecek perspektifinin somut bir umuda dayandığı bir dönemde, şarkılar da, şiirler ve romanlar da zamanın ruhunu yansıtır ve neredeyse tümü beraberce harcanan emekle kurulacak geleceği betimler.
Geleceğe dair somut perspektifin insanların elinden alındığı, uluslararası kulislerde ve devletin ‘derinlikleri’nde çizilen yapay ‘gelecek’ şablonlarının kitlelere yutturulmaya çalışıldığı dönemlerse, her açıdan karanlıktır. Ve o dönemlerde, insanın geleceğini kendi ellerine almasını savunan romanlar, şarkılar, filmler yargılanır, kovuşturmaya uğrar, ama her şeye rağmen insanın hiç bitmeyen arayışını onlar temsil eder.
Tam otuz bir yıldır, geleceğini nasıl kuracağına dair perspektifi elinden alınmış bir ülkede yaşıyoruz. Biraz deneyip yanılarak, didişerek, yanlış kavgalar edip bolca hataya düşerek de olsa, bu ülkede otuz bir yıl önce insanların beraberce yürüdüğü bir gelecekleri vardı.
İşte bu topluma o tarihte yapılan en büyük kötülük, onu ‘geleceksiz’ bırakmak oldu. Şimdi gelecek tasarımı, ‘toplum mühendisleri’nin elinde gibi görünüyor ve bizler de hayatımızı anlamlandırma iddiası taşıyan edebiyatı izlemeye devam ediyoruz; hangisinin ışığı bizi yarına taşıyacak, anlamaya çalışıyoruz.
Tuzaklı Edebiyat
Elif Şafak’ın çok satan romanı Aşk için yazdığım eleştiriden sonra, şimdi de İskender hakkındaki bu satırları okuyacaklar için öncelikle bir noktayı belirtmem gerekiyor. Elif Şafak’ı izliyorum, pek çoğumuz gibi; bir edebiyatçı olarak yazdıklarını merak ediyorum, her satırda konunun yanı sıra yazım dilini de fark ederek ilerlemek bir okurun sürükleyici bir romandan duyabileceği hazzı yaşatıyor bana.
Ancak Elif Şafak, bu edebi yolculuğa ara verdiğim her noktada, içimde tuhaf, buruk bir tedirginlik oluşmasına yol açıyor; beni bildiğim, inandığım şeylerden uzak bir noktaya düşürüyor; roman kurgusu içindeki çatışmanın çözümünü, her zaman ve ısrarla, çerçevesi son derece muğlak çizilmiş ama hedefi bir o kadar net bir ‘anlayış’a bırakıyor.
Yani sözün özü, Elif Şafak’ın sürükleyici satırları, ustaca kurgulanmış konuları ne yazık ki okuru bir tuzağa düşürüyor. Bu tuzağa, bir dünya görüşü çerçevesinde hayatı yorumlayanlar da düşebilir elbette, ama daha önemli ve vahim olanı, bu tuzaklı kurgu, herhangi bir perspektife sahip olmayan ve sevdiği yazarları referans alan genç okur için tehlikeli bir kanaat önderliğine dönüşüyor.
Bu yüzden, bu tuzaklı edebiyatı çözümlemenin ve tıpkı “Hansel ve Gretel” masalındaki gibi ormanın derinliklerine doğru yürürken zevkli ve heyecanlı olan bu yoldan geri dönmek istediğimizde kaybolacağımızı hatırlatmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü yolu bulmak için attığımız ekmek kırıntılarını artık her yere oburca saldıran kara kargalar yiyip bitiriyor..
Esma, Naze, Pembe, Cemile... Ama İlle de İskender
Kitap, daha kapağından düşündürmeye başlıyor beni aslında. Bir kadın olarak baktığımda, ‘İskender’ olduğu belli bir erkek sureti içinde Elif Şafak’ın yüzünü yadırgatıcı buluyorum. Ama bu bir ironi de olabilir; ne de olsa edebiyat, her cinsten, her ırktan, her sınıftan insanın yerine kendini koyabilme becerisiyle ortaya çıkan büyülü bir dünyadır. O halde, bir yana bırakıyorum kapağı, kitabın ilk sayfasını açıp okumaya başlıyorum.
Hikâye “Esma”yla başlıyor. İskender’in kız kardeşi Esma, “annesinin hikâyesinin unutulmasına asla izin vermeyeceğine yemin etmiş olduğu” için yazıyor bu hikâyeyi. İki kadınla karşılaşıyoruz yani daha ilk satırlarda, Esma ve annesi Pembe.
Devam ediyor: “...İskender. O benim ağabeyim. O bir katil.”
İşte romanın düğümü burada, daha ilk satırlarda başlıyor. Anlıyoruz ki bir Pembe var, hikâyesi hatırlanası bir kadın; onun anısına bağlı bir kız evlat ve annenin katili İskender. ‘Neden ve nasıl’ diye sorarak ilerleyeceğiz artık ve yazar bize bunu anlatacak.
Roman, karakterlerin her birini ayrı bir bölümde ele alarak kurgulanmış. Sadece Esma ve İskender ilk ağızdan anlatıyorlar olanları; diğerlerinin hayatını yazarın ağzından dinliyoruz. Karakterlerin her birine ayrı bölüm verilmesi, aslında yazarın tüm karakterlere eşit mesafede durmasını sağlayabilen bir kurgu şekli gibi görünüyor.*
Özellikle çatışma yaratan olayın farklı kişiler açısından farklı biçimlerde görülüp yaşandığını anlatırken, okurun olaya dahil olan bütün bakış açılarını görmesi açısından oldukça elverişli. Tabii, aslında bütün karakterleri yazarın yarattığını hatırlarsak, burada yazarın olaya bakış açısı önem kazanıyor. Yani okur, farklı karakterleri dinlerken aslında yazarın onu ulaştırmak istediği noktaya doğru bir yolculuğa çıkıyor, bunu akılda tutmak lazım.
Bu açıdan tekrar kapağı düşünüyor insan ve neden Naze, Pembe, Cemile, Esma varken ve bir kadını katletme hikâyesinin başrolünü hepsi hak etmişken, neden yazar, yüzünü ödünç vermek için İskender’i seçmiş diye soruyor ister istemez... Yoksa bu kapak, farklı karakterlere anlattırılan hikâyenin son noktada bizi götürmek istediği durak hakkında bir ipucu mu?
İhanet Eden Kadın-Anne
Pembe, kız evlat doğurmaktan azap duyan Naze’nin ikiz kızlarından biri. Anası Bext ve Bese, yani Kader ve Yeter adlarını veriyor kızlarına, aklı sıra Rabbine mesaj vermek için ama kocası Berzo, Allahın gücüne gider diye Pembe ve Cemile adlarını ekliyor kızlara. Bu arada kullanılan adlardan, bu ailenin Kürt olduğunu anlıyoruz, bunu aklımızda tutalım, çünkü romanın alt metnini anlayabilmekte yardımcı olacak bize.
Pembe ve Cemile’nin, erkek çocuk isteyen Naze ve Berzo’nun kederi olarak dünyaya geldiğini öğrendikten sonra İskender çıkıyor ortaya. Pembe’nin oğlu, Esma ve Yunus’un ağabeyi, ailenin ilk çocuğu ve üstelik ‘erkek’. Pembe’nin kız evlat olmanın ‘kusuru’nu taşıyan bilinci, ilk çocuğu olan oğluna kul köle olmasına yeter.
Yani daha doğuştan kıymetli bir çocuktur İskender. Annesiyle ilgili ilk hatırasının da, kandırılmakla ilgili olması ilginçtir. Sünnetçiden kaçan İskender, ağaca tırmanır ve annesi onu sünnet ettirmeyeceğine söz vererek ağaçtan indirir, sonra da sünnet ettirir. İskender, bunu hiç unutmaz, en güvendiği kadının, annenin onu kandırmış olması aklına silinmemecesine yerleşir.
Kapaktaki İskender’in yüzündeki yazar, bakış açısına dair ilk verileri sunmaya başlar. Söz veren ve anında sözünden dönen kadın-anne, güvenen ve kandırıldığı için hayal kırıklığına uğrayan erkek çocuk... (Dönek anlamına gelen ‘kancık’ sözcüğünün dişi hayvana verilen ad olduğunu hatırlayalım mı?)
Sünnet esnasında donuk ve tepkisiz durmasının tek bir sebebi vardı: Annesinin onu nasıl ve neden kandırdığını düşünüyor olması. Hazmedememişti İskender bu ihaneti. Sevip de kandırmayı. İnsanın canı kadar sevdiği birini oyuna getirebileceği aklının ucundan dahi geçmemişti. O güne dek bilmezdi, birine bütün kalbinle muhabbet besleyip yine de onu incitmek istemenin mümkün olabileceğini.
Sevginin ve aşkın karmakarışık halleri üzerine aldığı ilk hayat dersiydi bu (s. 27).
Her dakika “Buyur sultanım” diye seslenen, ölçüsüz şımartmakta beis görmeyen annenin bu ihaneti, anne katili olacak İskender’i anlamamız için; daha da ötesi kadınları hiç anlamayan, anlamak da istemeyen, onları sadece “cilve yapan, naz eden, asla güvenilmemesi gereken, sahip olunan, ihanet ettiği düşünüldüğünde cezalandırılması gereken kancıklar” olarak gören erkek toplumu anlamamız için yazarın bize gösterdiği bir ‘temel’ olabilir mi acaba?
Büyüdükçe, annesinin ‘kıymetlisi’ olmakla göçmen olmanın ezikliği arasında gidip gelen ama her şeye rağmen büyük bir özgüvenle şekillenen bir karakter resmediliyor İskender’de. Cazibesini ‘delikanlı’ olmasından, fazla konuşmamasından, ‘cool’ olmasından, kimseye aldırmayan ve burnundan kıl aldırmayan tavırlarından alıyor.
Öyle ki, erkeklerle aynı haklara sahip olmamasını sorguladığı, evliliği ve yaşıtı kızların kör aşklarını saçma bulduğu için İskender tarafından ‘tuhaf bir kız’ diye nitelendirilen kız kardeşi Esma’nın bütün arkadaşları kapılıyor onun büyüsüne. Malum, ‘bunalımlı ve sert’ görünen erkeği kollarında iyileştirme takıntısı, bütün kız çocuklarına binlerce kez tekrarlanan “anaç ol, sevecen ol, yuvayı dişi kuş yapar” tembihlerinin kaçınılmaz sonucu...
İskender’in adını alma öyküsüne de, bu açıdan dikkat etmemiz gerekiyor. Kadınların bir yandan anaç ve sevecen olmayı bellerken, öte yandan nasıl erkekleri tercih ettiklerini de minicik bir ‘mesel’le anlatıyor yazar.
Pembe oğlunu doğurduğu gece korkunç bir kâbus görüyor ve ikizi Cemile de onu cinlerin ziyaret etmiş olabileceğini söyleyerek onlardan kurtulmanın türlü yollarını anlatıyor. Hepsini uygulayan Pembe, çocuğuna isim vermeyi reddediyor, isimsiz birine Azrail’in gelemeyeceğini düşündüğü için. Sonunda artık bir isim vermesi gerektiğinde, köyünün yaşlı bilgelerine danışmasını öneriyorlar.
Hikâye uzun. Pembe köyde karşısında çıkan meczup bir kadının dediği iki isimden birini seçiyor. Kadın şöyle diyor:
Biri Selim. (...) Evladın yumuşak huylu, merhametli, vicdan sahibi olsun istersen ona bu ismi ver. (...) İkincisi, askerlerinin önünde yürüyen, aslanlar gibi savaşan, her muharebeyi kazanan, düşmanlarının yüreklerine korku salan, diyar üstüne diyar, taht üstüne taht fetheden, Doğu ile Batı’yı birleştiren, hep daha fazlasını isteyen anlı şanlı bir kumandan ve hükümdarın adı. Evladın da onun gibi bir ordu insana liderlik etsin dilersen ona bu ismi ver.“Bu daha iyiymiş,” diyor Pembe ve biricik oğluna İskender ismini veriyor.
Neyi seçiyoruz biz kadınlar yani? Bu bizi ezen, hep önümüzden yürümeyi isteyen, her muharebeyi kazanan, yüreğimize korku salan, bedenimizi ve ruhumuzu fethettiğine emin olmadan işin peşini bırakmayan ve hep daha fazlasını isteyen bir ‘kumandan ve hükümdarlar’ toplumu, aslında bizim seçtiğimiz, bizim sebep olduğumuz bir sonuç mu?
Son tahlilde insanlar seçtiklerini mi yaşarlar yani? Verili bulunan toplumsal koşullar, mülkiyet düzeni, cinsler arası ezme-ezilme ve iktidar ilişkileri falan filan fasa fiso da, aslında biz mi seçiyoruz bu hayatı?
Nihayetinde bir roman, bu kadar da didiklememek lazım deyip geçip gidebiliriz elbette, ama öyle mi gerçekten? Geçip gittiğimiz kaç yüz bin tane şeyin alt metni nasıl belirliyor hayatımızı acaba?
Naze’den Esma’ya Romanın Kadınları
Pembe ve Cemile’nin annesi Naze, oğlan doğuramamış olmaktan muzdarip bir kadındır, zaten ölümü de sonuncu çocuğunu doğurma inadından olur. Kızlarını kızlarını okutmaya heveslenen Berzo’yla alay eder; kızlarının ‘koca bulmak’tan başka yapacağı bir şey yoktur ona göre.
Berzo ise kızlarının anayasayı öğrenmelerini, kocalarına boyun eğmemelerini ister. (Aynı Berzo’nun, sevdiğine kaçıp adam onu ortada bırakınca geri dönen kızı Hediye’nin ‘töre gereği’ kendini asmasını sağlaması da tuhaf bir çelişkidir.)
Naze, kadınlarla erkeklerin farklılığını kızlarına anlatırken ‘ak patiska’ benzetmesi yapar, patiskanın üstündeki küçücük bir leke hemen fark edilirken erkeğin kalın kumaşına bir şey olmayacağını anlatır.
Daha başından itibaren oğlunu neredeyse başında taşıyan, bir dediğini iki etmeyen ama bir yandan da en sevdiği oğluna ilk hayat dersini vermiş olan Pembe, aslında ikizini sevmiş olan ama Cemile’nin bekâreti şaibe altında olduğu için kendisiyle evlenen Adem’i “köyden çıkıp uzak diyarlara gidiş bileti” olarak görür.
Köyün dar sınırları yetmez ona, ikizi Cemile’nin aksine sükûnetten hoşlanmaz, duygusal değildir, maceradadır aklı. Ama daha küçük bir kızken denizci olmayı ve liman liman gezmeyi düşleyen Pembe, ilk çocuğu İskender’in doğumundan sonra batıl inançlarla yaşayan, kapana kısılıp kalmış bir göçmen kadın haline gelir. Hatta annesinin ‘ak patiska’ örneğine vaktiyle çok kızmış olmasına rağmen yıllar sonra kendini, kızı Esma’ya aynı şeyi anlatırken bulur.
Cemile ise, köyde, ebelik maharetinin verdiği gerçeküstü algıyla da beslenen cinsiyetsiz hayatından hoşnuttur, en azından yakınmadan yaşar. Zaten hayata bakış açısı da kabullenmeye, Yaradan’ın verdiğini sorgulamadan yaşamaya dayanır. Pembe’nin babasıyla kurduğu yakınlığın aksine annesinin kızıdır o. Beklentisiz, verilenle yetinen, tevekkül sahibi Cemile romanda Pembe’ye göre daha ‘olumlu’ bir karakter olarak çizilir.
Esma ise, “Yalnızca kaybedenlerden hoşlanır,” diye tanımlanır İskender tarafından (s. 253); kurbağa tarafından avlanan salyangozun tarafını tuttuğu için endişelenir annesi; erkek adlarını beğenir, onların ‘cesaret, iktidar ve yetki’ içerdiğini, kadın adlarınınsa gerçeklerden kopuk, masalsı ve saçma olduğunu düşünür.
Annesiyle arası ise ergenlik çağına girdiğinden beri bozuktur:
Yakın zamana kadar annesiyle arasından su sızmazdı. Memeleri büyümeye başlayınca her şey değişmişti. Bekâret meselesi Pembe’nin ilgilendiği tek konu haline gelivermişti. Esma’ya sürekli asla yapmaması gerekenler hakkında nutuk atıyordu. (...) Oysa Pembe oğullarını aynı kısıtlamalarla yetiştirmiyordu. Hadi Yunus daha küçüktü diyelim, ama İskender’e karşı tutumu tamamen farklıydı. İskender’in her hareketini kollaması gerekmiyordu. İçinden geldiği gibi davranabilirdi. Alabildiğine serbestti (s. 256).
Romana yan figürler olarak girip çıkan İskender’in sevgilisi Kate, Adem’in tutulduğu Roksana da dahil olmak üzere, Esma dışındaki bütün kadınlar mevcut değerler sistemini sorgulamayan, ucundan kıyısından baş kaldırmaya meyletseler de bunu sonuna kadar götüremeyen, kabullenici karakterlerdir.
Esma aralarında en farklı olanıdır ama o bile ‘erkek gibi’ olmayı özgürlük sanmaktan çok öteye geçemez. Romanın çözüm bölümlerinde, Esma’nın, ağabeyinin annesini öldürmesinde kendisini de dolaylı olarak suçlu bulduğuna tanık oluruz. Daha öncesinde, küçük kardeşi Yunus’la ilgilenmediği için annesini (terk edip giden babayı değil, anneyi) suçlayan, Pembe’yle ilişkisi olan Elias’a hınçla davranan da aynı Esma’dır zaten.
Bir Erkek Nasıl ‘Erkek’ Olur
İşte böyle bir kadın dünyası içinde yetişir İskender. En sevdiğini bile kandırabilen kadın-annenin ‘ihanet’ dersinden sonra ikinci ‘erkeklik’ dersini babasından alır. Kurban bayramında aldıkları koçun kesilmesine kıyamaz ve babasından onu kesmemesini ister.
Babası kabul etmiş görünür, oysa bayramın ilk günü kesilen koçla yapılan et yemeği konur önüne. Yemek istemeyen İskender’in yüzünü zorla yemeğin içine sokar baba (aslında dayakçı bir baba değildir ama tam evden kopmaya başladığı, bunalım dönemindedir). İskender ilk kez o gün, asla zayıf davranmamaya dair yemin eder kendine. Kavgacı kişiliğinin tohumları atılmaktadır.
Anneyse, “paşam, sultanım” diye çağırdığı oğlunun, okulda kendisini döven arkadaşlarından aldığı intikamı öğrenince, şikâyetçi olan veliye yalan söyler, oğlunu ele vermez ve İskender onun gözlerinde “bir gurur ışıltısı” görür (s. 236). Oğlunun kavgacılığından gurur duyan, onu bilinen anlamda ‘erkek’ olması için kollayıp teşvik eden Pembe, bir kez daha ‘annelerin yetiştirdiği oğullar toplumu’ söylemini güçlendirir.
Kumar bağımlısı olup durmadan para kaybeden ve Pembe’nin evin sorumluluğunu üstlenmesine yol açan, sonra da Roksana adlı kadına tutulup evi tamamen terk eden baba Adem’in geçmişinde de bir ‘anne’ travması vardır.
‘Normalde’ iyi ama içkiliyken kavgacı ve şiddet uygulayan bir adam olan babasına daha fazla dayanamayan anne, önce oğlu Adem’le beraber ölmeyi dener, başaramaz, daha sonra da bir başkasıyla kaçar.
Annesiyle birlikte ölümün soğuk gölgesini hisseden Adem, onun hakkında ağabeyi Tarık gibi kesin bir yargıya sahip değildir (“‘Anamız şırfıntının tekiydi,’ dedi Tarık”, s. 77) ama hep bir eksiklik hisseder, bir türlü tamamlayamadığı geçmişinde yaşar.
İskender evi terk eden babasına öfkelenir ama ‘babaya duyulan öfke’ bile ölçülüdür; bu konuda soru soran birine, “Kendine başka yaşam kurdu, hepsi bu,” der. (s. 292) Annesinin ise bırakalım kendine başka bir hayat kurmayı, sinema karanlığında platonik bir sevgi yaşama hakkı bile yoktur.
Bir gün İskender okuldan eve geldiğinde kapı biraz geç açılır, üstelik Pembe’nin bluzunun düğmeleri yanlış iliklenmiştir; eyvah! Bu manzara, İskender’i çileden çıkarmaya yeter ve annesinin infazını planlamaya başlar! (Romanın sonuna doğru öğreniriz ki, Pembe ve Elias hiç öpüşmemişlerdir bile, tıpkı eski Yeşilçam filmlerindeki gibi bir ‘yanlış anlama’ kurbanı olmuştur Pembe.)
Annesini bir başka erkekle olduğu için öldürmekten başka çözüm bulunmadığına inanan İskender, bu ‘işi’ halletmesi için gider, babasını bulur. Giderken aklından geçenler, bir kere daha bakış açısını özetler: Babasını ‘ayartan’ kadını bulup onun bir ailesi olduğunu haykırmak ve sonra da yüzüne kezzap atmak!
Ama Roksana’dan önce babasıyla karşılaşır. Onu eve çağırır. Baba, baba olmanın iktidarını kullanmakta bir an tereddüt etmez: “Git annenin yanına, kırmayayım kemiklerini” (s. 334). Tartışma büyür. Adem oğluna tokat atar, İskender “yaralı bir hayvan gibi uluyarak babasına doğru” hamle eder, ama babaya el kaldırmak yerine kanlar içinde kalana kadar kafasını duvara vurur.
Ardından annesini uyardığını öğreniriz: “İşten ayrılacaksın, evden dışarı çıkmayacaksın!” Pembe sorgulamadan uyar oğlunun emirlerine. Elias’a bir daha onunla görüşmeyeceğini haber verecektir. Sevgisiz bir evliliğin ardından çocuksu bir aşkı yaşamaya da hakkı olmadığını sessizce kabul etmiştir. Ama her şey beklenmedik bir şekilde gelişir ve İskender annesini öldürür.
Romanın başından itibaren adım adım izlediğimiz İskender, bütün kızları etkisi altına alan, delikanlı, mert, kavgacı, dürüst erkek, öyle koşullar tarafından çevrilir ki, âdeta iplik iplik örülür onu bu noktaya iten ‘kaderin ağları’...
İşte bu ustalıklı kurgu, son yıllarda ‘töre cinayeti’ diye perdelenmeye çalışılan kadın cinayetlerine son derece klasik, eleştirel görünmesine rağmen tutucu bir çerçeveyi meşrulaştırmaya yarıyor: “Evet, kadınlar eziliyor, erkekler eziyor ama o erkekleri yetiştiren de kadınlar değil mi?” Tam bir totoloji!
Dekor Yerine: Kürtler, Marksistler
İskender adlı romanın bir kadın cinayetini, ‘töre cinayeti’ çerçevesinde anlatmak için bir Kürt aileyi seçmesi, sizce de manidar değil mi? “Bu tip cinayetler geri kalmış toplumsal yapıların (yani Kürtlerin) sorunudur” gibi bir yalanla ırkçı yüzlerini maskelemeye çalışanları unutmadınız değil mi?
O zamanlar Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni olan Ertuğrul Özkök’ün seslendirdiği bu ırkçı yaklaşım, biraz bilinci ve onuru olan herkes tarafından kınanmıştı.
Şimdi Elif Şafak’ın, bütün bunlardan habersiz, tamamen masumane bir niyetle, Kürt kökenli İskender’i ve Pembe’yi bir katil-kurban ilişkisine örnek olarak anlattığına inandık diyelim, bunun en azından kötü ve önyargıları besleyen yanlış bir seçim olduğunu belirtmek zorundayım.
Bir edebiyatçı, sadece yazdıklarına karşı değil, sadece okurlarına karşı da değil, hayatın kendisine karşı sorumludur, sorumlu olmalıdır. Çünkü edebiyat, ne ‘hobi’dir, ne ‘ben yaptım oldu’, ne de tek kişilik bir meşgale... Yazar, hayatın düz ya da kırıklı bir hayalini kurguluyorsa eğer, kullandığı sözcükler dünyayı daha güzel bir yer haline getirme kaygısını yansıtmalıdır.
Kadın cinayetleri, bırakalım Kürtleri, bu coğrafyada ve dahi dünyanın her yerinde almış başını giderken, bu konuyu özel olarak Kürt karakterlerle kurgulamak, ayrımcılıktır ya da en azından bu konudaki ırkçı-milliyetçi önyargıları güçlendirmeye hizmet eder ve bunun da hiçbir mazereti yoktur.
Bunun dışında Elif Şafak’ın, karakterlerini anlatmadan önce, “Kürtçe konuşan öğrencilere tek ayak üstünde dikilme cezası veren Türk öğretmen” dışında, anlattığı insanlar hakkında biraz daha derin bir bilgi sahibi olmasını beklemek de bir okur olarak hakkımız olsa gerek. Sadece Berzo, Naze, Bext, Bese isimlerini kullanıp bir iki Kürtçe deyiş yazarak, bu ‘karton’ karakterlerin canlanıp ete kemiğe bürünmesi imkânsız çünkü.
Romanın diğer ‘karton’ karakterleri de evsizler. Ailenin küçük oğlu Yunus’un arkadaş olduğu evsizler, bir viraneyi işgal etmişler, orada yaşıyorlar. Anarşistler, feministler, Marksistler, Troçkistler, yani sisteme muhalifler...
Öyle bir tanımlıyor ki yazar onları; hafif kaçık, en azından ot kullanan, pembe-mavi saçlı bu tipleri ciddiye alıp da üzerinde düşünmeye bile gerek yok! İyi olmasına iyiler, biraz şabloncular, biraz ezberci, ama kötü çocuklar değiller... Ama tarihin çöplüğüne doğru hızla yuvarlanan bu çocukları ciddiye almaya, onlarla uğraşmaya değmez, tek bir fiskeye bakar, yok olmaları an meselesidir zaten!
Aslında Marksistlerin, feministlerin, anarşistlerin, ezcümle sisteme muhaliflerin ‘müstehzi’ bir ifadeyle, açık ya da örtülü ‘zavallı dinozorlar’ şeklinde anlatılması yeni değil. Bu durum, Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte dünyadaki bütün liberallerin ortak motifi oldu.
Çok eğleniyorlar: “Yazık, iyi çocuklar aslında ama demode oldular...” Oysa bugün yenilmiş olsalar da ve hatta daha uzun yıllar tarihin rüzgârı onlara karşı esmeye devam etse de, geleceği aramaya devam eden, her şeye rağmen devam eden yalnızca onlar.
Bugün hâlâ umut varsa, yakın ya da uzak bir gelecekte dünya daha yaşanılası bir yer olacaksa, onların yüzü suyu hürmetine olacak ve sırf bu sebeple bile, onlar çözüme herkesten çok daha yakın duruyorlar.
Sevelim Sevilelim
Peki, Elif Şafak’ın önerdiği çözüm ne?
Roman, Aşk’taki temayı tekrar ederek sonlanıyor: Bu kez Şems gibi bir bilge değil, Zişan adında saf bir ermiş söylüyor çözümü; sevgi, sevgi... Gökten nur gibi yağan sevgi!
İskender’in hücre arkadaşı olarak görüyoruz Zişan’ı. Oraya Yaradan tarafından neden gönderildiğini İskender’i tanıyınca kavrayan ve böylece misyonunu yerine getiren Zişan, Brunei doğumlu bir Müslüman.
Ama ne İskender’i Neonazilere karşı yürüttükleri kavgaya çağıran Hatip gibi fanatik dinci, ne de Adem’e Abu Dabi’ye gitmesi için para veren cemaat önderi Mamut Baba gibi nemalanma peşinde Zişan. O saf sevgiden söz ediyor.
İyi ile kötünün dengede durduğunu, Yaradan içimize ne koyduysa onu yapabileceğimizi, nefsine hâkim olmazsan onun seni köleleştireceğini, her şeyin bir sebebi olduğunu ve bir şeye işaret ettiğini, kendi içine bakmanın en emin yol olduğunu, kendi hatalarını görmeden iyileşemeyeceğini...
Katılır veya katılmayız ama güzel sözler... Güzel dilekler, faydalı öğütler...
İyi de biz bu yolculuğa, bir kadın cinayetinin arka planını anlamak için çıkmıştık; çıkarken cebimizde duran erkek egemenliği, iktidar, ezme-ezilme, eşitsizlik gibi kavramları yerlere serpmiştik dönüş yolumuzu göstersin diye; şimdi vardığımız yerde gördüğümüz çözüm şu mudur:
Kadınlar, oğullarınızı yanlış yetiştirmeyin, silah size döner. Siz, annelerini, sevgililerini, kız kardeşlerini, karılarını, kızlarını döven, yaralayan ve öldürenler; hiçbir maddi temeli sorgulamaksızın sevgiyi bularak, Yaradan’ın iradesine inanarak çözün bu sorunu.
Ve Pembe’nin Esma’ya yazdığı vasiyete benzer mektubu, biz kadınlara geliyor tabii; affedin İskender’i, sevin ve affedin bize istemeden zulmeden erkek toplumu, ‘muhabbet ehli, inançlı insanlar topluluğu‘ olarak sevgi saygı içinde yaşayıp gidelim...
Beğenmediniz mi bu pastadan evi? O halde dönelim hadi. Ama nerde bizim cebimizdekiler? O güzel sözlerle satırlar arasında gezinirken kimler yedi onları?
Tuzak bu işte.
*) Aslında sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan romanın, diğer türlere karşı iddiası, hayatı bütünsel olarak kurgulamasıydı. Hayatı farklı epizotlara bölmeden, tek bir olay örgüsü içerisinde bütünleştirmesi, onu ‘hayatın aynası’ kılıyor ve bir anda kitleler nezdinde popülerleştiriyordu. Son dönem postmodern edebiyat, insanlığın edebiyatta yüzlerce yılda geldiği bu noktayı tekrar parçalamayı öneriyor. Endüstrinin her bir parçayı bölüp parçalamasıyla hayatın ve sanatın bu parçalanması arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmak, bambaşka ve geniş kapsamlı bir yazının konusu.
(Mesele Dergisi'nin Ocak 2012 sayısında yayınlanmıştır.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)