Not: Mesele Dergisi'nin Kasım 2011 sayısında yayınlanmıştır...
80’li yıllarda doğan ve yolu sokaktan geçmiş olan herkesin bir Yaşar Kurt hikayesi vardır. Ya ailemizden ya da devletin hatrı sayılır memurlarından kasetlerini sakladığımız bu adamın hikayesini ‘ilginç’ kılan onun fazlasıyla sorunlu bir portre çizmesi değil, sorunlarla dolu bir hayata kafa göz demeden saldıran tutumu. Kendisini Mesele’nin bu ayki sayısına konuk etme sebebimiz ise hem uzun bir aradan sonra çıkardığı Güneş Kokusu adlı albümü hem de bunca zaman sonra gelen albümü için verdiği röportajda söylediği sözler ve ülkeye hizmet etmenin tek yolunun askerlik ve öldürmek olduğu mitine karşı çıkışı.
Ahmet Kaya’nın kasetlerinin kırıldığı ve yakıldığı yılları görenler için bir sanat eserinin sanatçıya politik tepki yüzünden yok edilmesinin ne denli ağır bir faşizm olduğunu algılamak kolaydır. Türkiye, devletiyle, kurumlarıyla ve dahi illegal yapılanmalarıyla dahi sansürü fazlasıyla özümsemiş bir ülke olmasaydı bize fazlasıyla ağır gelecek ‘kaset kırma’ yahut albüm yakma eylemlerinin baş muhataplarından biri de Yaşar Kurt idi. O, ne Ahmet Kaya gibi çok satmış ne de vatanperver şarkıcılar gibi omuzlar üstünde törenlere konuk etmişti. Devletin sokağına uğramayanlardan biriydi işte. Bir polisin tekmesine, copuna, bir askerin sert bakışlarına hepimiz kadar yakındı.
Devlet onla ‘şahsen’ uğraşmayı tercih etmedi. Kentliydi ve ozandı da. 21. asrın en büyük lanetine tutunmuştu. Resmi ideolojinin pençesinden kurtulmak, askere gitmemek, biat etmemek gibi ‘mülteci istekleri’ olmuştu. Hayır, arabesk değildi; zaten çok da büyük bir kitlesinin olamamasının temel sebebi buydu. Arkasında kitleleri biriktirecek kadar büyük bir üne ulaşamamasının ardında yatan bu neden onu hayat olduğu kadar devlet karşısında da yalnızlaştırdı. Bugün bile ülkenin batısının sokaklarında polise, askere ve devlete karşı yaşadığımız o yalnızlık onun hayatının temasını oluşturdu.
1990’lı yılların İstanbul’unda siyah T-Shirt giymenin fazlasıyla sakıncalı bir tip olmaya işaret ettiği, topluma uyuşturucu ve satanizm üstünden çok sert korku ve yargıların enjekte edildiği yıllarda siyah T-Shirt giyen pek çoğunun ne uyuşturucu ne satanizmle işi olan, sadece hayatın dayatttıklarından kurtulmak isteyen bir neslin marşını söylüyordu: Korku.
Parlamento belasına çoktan kendini kaptırmış muhalif hareketlerin, konformizmin dibine sürüklenmiş sol hareketin tam orta yerinde, Ahmet Kaya’nın Gayri Gider Oldum şarkısını aratmayacak bir biçimde isyan ediyordu. ‘Oyunu verme anne’ diye bağıran bu adamla ilgili önemli olan şey, bir hareketin bayrağı olmak gibi bir derdinin olmamasıydı. Basit ve hesapçı bir hümanizmi yoktu. Namlunun ucundaki bir hayatı reddediyordu. 20 yaşında bir çocuk olmadan önce de dinlendiğinde, evinize ilk askerlik kağıdı geldiği gün dinlendiğinde de kalbinizi kıran bir şey vardı söylediklerinde. Birilerinin size öldür dediği ve sizin bunu yapmak zorunda olduğunuz hakikati ile sizi yüzleştiriyordu.
Onunkisini, anne rahmine dönüş sendromu olarak adlandırmak yersizdi. O büyüyüşüne dair önüne çizilen şablonu inkar ediyordu. Münkir ve kafirdi birçok isnsanın gözünde, bu onu yalnız kılıyordu. Küfürbaz değildi, ama içinden ‘Mehmet’ fışkırtan bu vatan toprağı (!) elbette ondan da ölmesini bekleyecekti ve onu ölmediği için küfretmekle suçlayacaktı. Öldürmenin böylesine serbest olduğu dünyada Yaşar Kurt’a ilk yasaklanan şey şuydu: ‘Öldürme’ demek.
O ünlü siyah beyaz kapaklı, üstünde Kurt’la özdeşleşmiş imgenin olduğu kapağı evimizin kaset dolabında görmem ve bu hakiki sese çarpılmamın üstünden çok zaman geçiyor. Elbette bu çarpılma hadisesini, ailemden gizli yaşamamam benim için şanstı; ama aynı dönemde kasedi ‘ödünç’ verdiğim arkadaşımın subay babasının kasedi ellerinin arasında paramparça etmesi de benim hakikatle tanışmam oluyordu. Zaten hayat buydu, bir subayın ya da lacivert ordunun bir mensubunun –bir polisin- size ait düşünceleri ellerinin arasında buruşturması, kırması vs. Acaba fikirleri edebiyat öğretmenlerince buruşturulup çöp tenekelerine yüksek sesli naralar eşliğinde atılan kaç kuşak kaybetmişizdir?
Adı ‘Yaşar’dı. Hayata dair şeyleri temsil ediyordu. Korku şarkısının çalıntı olduğunu iddia edenlere hızla şu cümleyle cevap veriyordu: “Peki bu şarkıyı yaptığını iddia edenler, o şarkının sorumluluğunu alıp benim yerime mahkemelerde sürünmüşler mi?” Sertti. Sokak Şarkıları ile başlayan yolculuğu hep sert olacağı izlenimini vermişti. 1968’de İstanbul’a tesadüf eden doğumu onun bir kuşaktan aldığı mirası simgeliyordu sanki. Zaten bazı şeylerin tesadüfi olamayacağına dair bir inanç besleyen bir kuşağa dahildi; her şeyde mantık arayanların kuşağına. Ve kapısını ‘mantık aramayın’ denen tek yer, asker ocağı çalıyordu. Mahkemelerde geçen zamanlar ve Sokak Şarkıları’nın hesabını vermekle olgunlaştı. Cesetlerden bahsetti şarkılarında. Tahta tekerlekli arabalarla taşınan cesetlerden. Bir daha dönmeyecek cesetlerden.
İlk iki albümü Sokak Şarkıları ve Göndermeler’in yasaklanması onu durduramadı. Kendi adıyla kurduğu müzik şirketinden bu iki albümün öne çıkan şarkılarının farklı düzenlemelerinin bulunduğu Anne albümünü çıkardı. Yaşar Kurt’un Türkiye popüler kültür sahnesine çıkışı tam da bu albümle oldu. O dönemler tüm gün klip yayınlayan Flash TV’de ve Kral TV’de her gün en az birkaç kez gördüğümüz Yaşar Kurt’un Anne klibi içinde bulunan öğelerle birçoğumuza neyle mücadele ettiğimizi hatırlatırken televizyonda klibini izlediğimiz adamın “Kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar” demesi hepimizde garip bir ruh haline sebep olmuştu.
Aslında hepimize başka başka yerlerden de tanıdıktı Yaşar Kurt. Bir zamanların pek ünlü Ana dizisindeki fedai olarak karşımıza dikiliveriyor, Atalay’ın mizah konusunda kanımca zirve yapmış eseri Sıdıka’nın Kenar’ı olarak karşımızda sırıtıyordu. Onu seviyorduk. Deli bir adamın yapacaklarını yapmasını seviyorduk.
Yine de o da hepimiz gibiydi işte. 2000’lerin başında özel hayatında yaşadığı o terk ediliş, ardında bir acı bıraktığı kadar Kurt’ta da ciddi bir yara bırakmıştı belli ki. Suskunlaştı. Arto Tunçboyacıyan ile birlikte yaptığı Nefrete ve Kine Karşı albümüyle hepimize verdiği selam, Hrant’ın şahsında bu ülkede hala inadına barış ve eşitlik diyebilenlere umuttu. Sağda solda Yoksun (Kendim gibi) ve Güneş Kokusu şarkısından pasajlar duydukça heyecanlanıyorduk. Şimdi yıl 2011 oldu ve geçtiğimiz günlerde büyük bir müzik markete girdiğimde Yaşar Kurt’un sesini duydum. Güneş Kokusu raflarda yerini almıştı.
Bir gün sonra Radikal’deki röportajında şu cümlesini okudum: “Bu vatana silahla hizmet edilmesin.” Kurt bu cümleyi kurmadan bir hafta önce devlet sınır ötesi operasyon için tezkeresini orduya teslim etmişti. Birileri omuzlarında çocuklarını ‘vatani görev’ sanrısıyla orduevlerine taşıyorlardı. Bir anne dua ediyordu. Zaten anneler hep dua ederdi. Sanırım doğası buydu yaşamanın. Birilerinin ölmemesi için dua ederdi onlara can verenler. Cepheler açılır ve sadece annelerin göz yaşları anlatabilirdi savaşı, bazen de bir ozanın çığlığı: “Silah veriyorlar anne, bana öldür diyorlar!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder