Sevinç Altan'la Galata Kulesi'nin yakınındaki ofisinde buluştuğumuzda, kitapların arasında, o kitapların kapaklarında sözünü söyleyen biri kadar, üretken bir muhalifle de bulaşacağımızın bilincindeydim. Altan'la hem Ayrıntı Yayınlar’ının kitap kapaklarından oluşan sergiyi ve kitapları, hem de Türkiye'de sanat ve sanatın eleştirilmesi konusundaki aksaklıkları konuştuk.
Röportaj: Sarphan Uzunoğlu
***
Aslında öncelikle resimden ve sanattan konuşmak istiyordum; ama konumuz kitaplar ve kitaplarla buluşan resimler, ilk olarak soralım, resim yapmak ile bir kitabı resimlendirmek arasındaki fark ne sizin için?
Belli bir kitap için yapılan illüstrasyon o kitap bağlamında ele alınır. İçerdekine işaret eder, hakkında ipucu verir ya da merak ettirir. Yapan o kitap bağlamında gerçekleştirir her şeyi. Yazar, okur girer işin içine, çevirmen girer, yayınevinin bir formatı vardır; her şey bu çerçevede yer alır. Ona özel bir amaç için yapılmış olduğunu unutarak, bağlamından kopararak, yalıtılmış olarak bakamayız.
Resimdeyse her şey sadece yapanın çizdiği çerçeve içinde gerçekleşir. Bütün anlam-bağlam-mekân ilişkisini yapan kurar. Söyleyecek bir sözün vardır, onu kullandığın araç gereç neyse ona yükleyerek söylersin. Kitap kapağındaysa başkalarının söyledikleri sana bir şey yaptırır. Sen kendi dilinde söylersin ama söylediğin senin sözün değildir.
Gerçi Ayrıntı Yayınları’nın yayınladığı kitaplarla benim resimlerimdeki sözüm arasında bir örtüşme var. Özellikle “Yeraltı Edebiyatı” için yaptığım kapak illüstrasyonları bir bakıma resimlerimin mikro halleri gibi. Benden gerektiğinde griye dönüşen ‘pembe kalp’ çizmem istenmiyor mesela. Onun için kendi sözümü de besleyen bir özgür ilişki var Ayrıntı kapaklarıyla aramda.
Uzun dönem sinemada ve yönetmenlerin görüntü seçme biçimlerinde edebiyatın etkisini gördük, siz de farklı türde eserlerin illüstrasyonuyla ilgilendiniz. Kitap kapaklarının tasarımından önce yazarlarla konuşuyor musunuz? Onların talepleri mi belirleyici oluyor yoksa sizin istekleriniz mi?
Öncelikle söylemeliyim, kitapların tümden tasarımları bana ait değil, ben sadece illüstrasyon yapıyorum. Tasarımı bir bütün olarak yapmak sanırım daha hoş ve daha imkânlı alan açardı ama genellikle yerleşik bir formata sahip yayınevleri ve onların sunduğu mekânda hareket ediliyor.
Ayrıntı Yayınları dışında yaptığım bazı kapaklarda yazarlarla görüşme imkânı oldu. Ama bir anlama, anlatma, açıklama ihtiyacının getirdiği görüşmelerdi bunlar, özel bir taleple gelinmedi.
Ayrıntı Yayınları çoğunlukla çeviri kitap yayınladığı için (eskiden sadece çeviri kitaplar vardı), çevirmen ya da yayına hazırlayan editörle yapılan konuşmalarla kitap hakkında bilgi sahibi oluyorum. Şimdiye dek kimse şöyle ya da böyle yap şeklinde bir telkinde bulunmadı. Bu yüzden, kitabın benden talep ettiğinin dışında özgür bir alan sağlandı bana.
Tek sıkıntım renkle ilişkim oldu. Kendi resimlerim siyah-beyaz ve en basit, en az şeyle söylemeye çalışırım sözümü, bir kâğıt kalem yetebilir. Ama yüzlerce kapak!
Onlarca inceleme, edebiyat, sanat-kuram, lacivert kitaplar, ağır kitaplar gibi farklı dizi var; zorunlu olarak renk giriyor işin içine. Ama yine de baskın değil. Yayınevindeki arkadaşlar bundan pek hoşnut olmasalar gerek ki zaman zaman arka planda renk kullanarak bir denge kurmaya çalışıyorlar.
Siz kendi tasarımlarınızda renk kullanmayı fazla tercih etmiyorsunuz sanırım. Bunun özel bir sebebi var mı?
Çok az bir malzemeyle sözü söylemek amaç. Bir ara okuldan mezun olduğumda Mimar Sinan'dan denemiştim; ama renk beni hiç çekmedi. Siyah-beyaz bana fotoğrafta da çekici geliyor. Elbette, renkli resim yapılmaz demiyorum. Sözü nasıl söyleyebiliyorsan o yöntemi kullanırsın.
Farklı dönemleri düşünelim. Pop-art'da örneğin çok ciddi bir renk kullanımı var. 1900'lerin başındaki faşizm dönemindeki renk kullanımı farklı. Siz örneğin 1980'den bugüne renklerle ilgili farklı bir tutum aldınız mı?
Eskiden çok az renkler vardı, ama şimdi azaldı. Ama hiçbir zaman renkleri temel mevzu yapmayacağım. Sizin bahsettiğiniz dönemde asıl konu, renk.
Kitapların ruhlarının o kitapla ilgili çalışma yahut çalışmama konusundaki eğiliminize etkisi oluyor mu?
Çok! “Asiler, kaybedenler, hayalperestler, günahkârlar, beyaz zenciler, aşağı tırmananlar, uçurumdan atlayanlar”... iktidarın kendine uygun özneler üreten mekanizmalarının dışında akan bir özneler dünyası... beni heyecanlandıran, harekete geçiren yeraltı kokusu mesela, elimi alır götürür...
Bu tür kitaplarda hiç zorlanmam, boğuşurum zevkle ama zorlanmam. Ya da aklımı karıştıran bir inceleme metin; üstünde kafa patlatmaktan hoşlanırım. Tekinsiz alanlarda dolaşmaktan, öfkemin, isyanımın, heyecanımın beni yere yatırmasından çıkar resmim zaten. Onun için sizin deyiminizle ‘kitapların ruhu’ çalışmamı etkiler.
Şanslıyım! Düşünce tarzımızı, jestlerimizi bile durmadan kendine göre biçimleyip dayatan iktidarın çizdiği dünyanın ötesine doğru, mevcut dünyanın hesaplarını tersine çeviren, başka bir dünya için yeni imkânlar alanı açan kitaplar çıkıyor Ayrıntı Yayınları’ından. Ana yolda, bize dayatılan rotada ilerlerken ayak tökezletiyor. Ben de onlarla birlikte tökezliyorum. Tökezlemek iyidir!
Bir kitabın üstünde çalışırken hiç tereddüt ettiniz mi?
Elbette, bu kolay bir şey değil. Ama anlattığım gibi, benim bir meselem var ve buna bağlı olarak ben de çalışıyorum. Çalışmalarım soyut değil, soyutlamalar olsa da. Plastik anlamda dertleri öne çıkarak bir tavrım yok benim, onu kullanıyorum o kadar. Aslında Ayrıntı'nın kitaplarını yapmak kendi payıma şans oluyor. Benim sözümle ayrı yerde duran kitaplar değil.
Kapitalizm açık biçimde reklam sektörüyle beraber genişlemesiyle, tasarımın öne çıkmasıyla, yayınevleri reklam şirketleriyle çalışmaya başladı. Gerçekten sizce, yayınevleri karşı konulamaz reklam hanedanına teslim olacaklar mı?
Her şey artık satışa sunulmuş durumda. Giyimimizle kuşamımızla, konuşma biçimimizle ne kadar kendimize ait bir şey ortaya koyduğumuzu düşünsek de öyle değil. Ne yaparsan yap bu sistemin içinde debelenirken, onun bütün hastalıklarını üstümüzde taşıyoruz. Sanırım tesim olacaklar onlar da...
Sanatın baskı altındaki ülkelerde zirvesine ulaştığına dair bir söylem ortada dolaşadursun, Türkiye'nin rejimin aldığı yeni hal ile baskı kendini iyice gösteriyor. Sizce Türkiye'deki sanat, sinemadan edebiyata, müzikten resime, politik olarak yeterince ses çıkarabiliyor mu? Sanattan çıkan sesin kitleselleşmesi mümkün oluyor mu?
Sanat nesneleri, kendilerini sanat nesneleri olarak tanımlanmalarını getiren mekânlardan taşarak kamusal alana çıktı epey zamandır. Bir çok heykel, video iş, enstalasyon kamusal alanda yer aldı, performanslar yapıldı, yapılıyor. Sanat sokağa çıktı, izleyici salt izleyici olmaktan çıksın işin içine katılsın istendi. Sokak ya da farklı işlevsellikleri olan mekânlar sanat mekânları oldular bir süreliğine.
Bunların çok azı gerçekten kitleselleşti, ya da amacına ulaştı. Çoğu sınırlı ve belli bir kitlenin izlediği ya da katıldığı ‘proje’ler halinde kaldılar. Söylediklerimden yapılanları küçümsediğim anlamı çıkmasın tabii ama hal bu. ‘Oda projesi’ gibi sanatı bir süreç olarak gören, kentsel dönüşüm çerçevesinde mahalleyle ilişki kuran iyi projeler de hayata geçti ama...
Sokağa çıkan, kamusal alanda hareket eden her iş demokratik bir ilişki kuracak, kitleselleşecek diye de bir durum yok. Nasıl yaptığın önemli. Meydanlara dikilen devasa boyutta, insanları ezen, tepeden bakan heykellerden söz etmiyorum bile. İsterse adı ‘barış’ olsun.
Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Katiller, Sanatçılar ve Teröristler adlı kitapta, teröristlerin “Batı'nın dehşet uyandırıcı ekonomik ve kültürel düzenini yok etme” arzusu ile sanatçıların arzuladıkları arasında bağlar kuruluyor.
Kitabın yazarları Frank Lentricchia, Jody McAuliffe, elektronik müziğin önemli ismi Alman besteci Karlheinz Stockhausen'in Dünya Ticaret Merkezi'nin yıkılışını büyük bir sanat eseri olarak tanımlamasıyla patlayan ‘skandal’dan yola çıkarak, son iki yüzyıldır ‘politik aşırılık’ ile avangard sanatsal hareketlerin bir anlamda nasıl birbirlerini beslediklerini açıklamaya çalışıyorlar.
Belki de bir anlamda, sanatın yapmak istediğini tam da bunlar yapıyor işte demeye getiriliyor. Stockhausen, “Kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri,” demişti, 11 Eylül saldırılarının ardından. Sanat alanında istediğiniz en radikal politik işi yapın, 11 Eylül’ün etkisiyle baş edemezsiniz, mesele ses getirmekse!
Onun için sanattan ne beklenip beklenmeyeceği üzerinde tekrar tekrar düşünmekte yarar var bence. Neyin sanat neyin sanat olmadığına kim karar veriyor? Yaratıcı bir politik eylem neden sanat sayılmasın? Kriterler ne? Soru sormaya devam etmek en iyisi sanırım. Bu bağlamda Türkiye’de sanattan çok hakkındaki konuşmalar mı ses getiriyor acaba?
Kitlesel bir protestlik demişken, örneğin bir Ahmet Kaya örneği var. Sizce, resmin protestliğinin kitleselleşemeyişi diye bir durum var mı? Varsa bunu neye bağlıyorsunuz? Ulaşılmazlığı, anlaşılmazlığı, farklı bir altyapı gerektirişi?
Bir önceki sorunun cevabından devam edersek resmin kitleselleşmesini ummak yerine ben, Ahmet Kaya dinleyelim derim. Resim sessizce sözünü söylesin minör bir sanat olarak. Esas mesele, iktidar tarafından yönlendirilmeden ya da yönlendirildiğinin farkında olarak, yaptığıyla gündelik, politik olarak eylediği arasında bir hiyerarşik ilişki kurmadan hareket etmek. Sanat olarak yaptığını kutsallaştırarak hayatın üstüne koymamak. Bu çok önemli geliyor bana.
Kitapların toplatıldığı bir ülkede kitap kapaklarında anlam yaratıyorsunuz. Devlet tarafından terörize edilen bir araç olarak kitap, sizce 21. asırda ne kadar etkili? 20. yüzyıldaki etkisiyle bu yüzyıldaki etkisini karşılaştırabilir misiniz?
Kitap toplatanlar kitapları hâlâ çok önemsiyorlar anlaşılan. Bir süre önce Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu hakkında müstehcenlik iddiasıyla soruşturma açılmıştı. İfadesi için karakola çağrılan çevirmen Funda Uncu’ya polis, “Utanmıyor musun bunu yazmaya?” diye sormuş. Ne hallerdeyiz! Ben de çok büyük bir keyifle yapmıştım kapak illüstrasyonunu.
20. yüzyıl, 21. yüzyıl karşılaştırması yapabilecek yetkinlikte görmüyorum kendimi de... Alain Badiou, MonoKL Yayınları’nın davetlisi olarak “Devrim, Demokrasi, Felsefe” kongresine katılmak üzere Türkiye'ye geldiğinde 20. yüzyılın ve 21. yüzyılın tutkuları, korkuları ve vaatleri üzerine bir söyleşi yapılmış.
Bir soru üzerine Yüzyıl adlı kitabında 19. yüzyılın tutkusunu 'ütopyacılık', 20. yüzyılınkini 'gerçeklik' olarak tarif ederken 21. yüzyılın tutkusunu ise ‘korku’ olarak belirtmiş Badiou. “Hatta tutkudan korku. Krizden korku. Ötekinden, başkasından, yabancı olandan bir korku. Bütün bu korkular büyük bir tutku oluşturuyor,” diye devam ediyor, Batı’dan söz ettiğini de belirterek.
Bu korku kitapla ilişkiyi nasıl etkiler diye bir soru geldi aklıma benim de. Tutkulu bir halde kitaptan korkmak! Söyleşinin devamında, “21. yüzyılda umut az ama giderek çoğalacak. Başka halkların da güçlenmesiyle dünyanın kendisi de daha geniş bir yer haline gelecek. Batı çok küçük bir hale geldi, ötesine geçmek lazım,” diyen Badiou ya da Arap Baharı gibi umut kıvılcımlarıyla başka yönlere merakla dönen başlar kitapların etkisini bu bağlamda sürdürebilir belki.
Türkiye'de sanat eleştirisi müessesesinin varlığından bahsedilebilir mi?
Türkiye'de sanat eleştirisi ne yazık ki kişiler tarafından konuşuluyor. Popüler isimler arasında konuşuluyor. Güncel sanat ve ona karşı çıkanların örneğin bir dönem tartışması olmuştu. Resim yapılamaz, öldü gibi tartışmalar oldu. Ben örneğin, ikisine de dahil değilim.
Önemli olan sözünü söylerken hangi malzemenin sana yakın durduğudur. Video-art yaparsın, video işine yaradığı için yaparsın. Neyi nasıl söyleyebileceğin önemli. Söylem ve araç birbiriyle bağlı şeyler.
Mesela, şimdi fotoğrafçılık konusunda yaşanan bir durum var, makinelerin ucuzlamasıyla birçok fotoğrafçı ortaya çıktı. Çizim konusunda da, akademiler ve teknoloji bir sürü çizer ortaya çıkardı. Eğer 'daha iyi', 'daha hakiki' diye bir şey varsa, bunu değerlendirebilecek bir yer var mı?
Şu anda öyle bir şey yok; ama bütün bunların çoğalması, insanların bir şeyler yapması bence iyi bir şey, şu açıdan da iyi. Tekelleşmeyi kıran bir şey. Kutsal sanatçıları ve tabuları ortadan kaldıran bir şey. Tabii bunu değerlendirebilecek birileri yok; ama tartışılıyor, konuşuluyor, yine de gerçek tartışmalar ortaya çıkmıyor.
Mesela, şu heykel tartışması. Birdenbire Mehmet Aksoy'un heykelinin yıkılması mevzusu çıktı ve ucube lafı dolaştı; bana da mesaj gelmişti, ben katılmadım. Çünkü dikey bir şeydi, C4'lerle yıkılabilecek bir şeydi. Hamasi bir dil vardı arkasında.
Kadın deyince, yaptığı heykellerde hamile bir kadın görülüyordu. Her şeye bakışında erkek bir dil kullanıyordu; ama ben orada aynı zamanda Tayyip Erdoğan'ın “tez yıkıla” cümlesinin arasında kalıyordum.
Bir yanda yakıp yıkan bir dil var, diğerinde de aynı dil var. Sanırım arada kalıyoruz.
Her konuda böyle bir şey var. Bu eleştirel dil, bu iki dilin arasında bir şeyler söylemeye çalışan insanların dili oluyor. Örneğin, bu heykel mevzusu ve kamusal alan hiç tartışılmıyor. Bu kamusal alan meselesi. Bela gibi o heykeller, ben onları görmek istemiyorum. Örneğin Beşiktaş'taki heykel. Üstlerinde Atatürk olduğu için değil sadece, o dikeylik ve kalıcılıkla rahatsız edici bu heykeller.
Örneğin, Türkiye'de şöyle bir durum var. Çok büyük heykeller ve gravürlerin dibinde kocaman bir yoksulluk var. Bu öyle ya da böyle sınıfsal bir nefret oluşturmaz mı? Bir yanda sanat, öte yanda yoksulluk var.
Umarım insanların tepki duymasına yol açıyordur bu; ama öyle bir kutsallık yaratılıyor ki, insanlar bir şekilde bunlara yatırlara bakar gibi bakıyor. Keşke bu insanlarda bir şey yaratsa da insanlar tepki gösterseler. Ama bu tarz heykellerin ve temsil edilen kişilerin öyle bir kutsallığı var ki, kutsallık üstüne kutsallık biniyor böyle durumlarda.
Örneğin sol içinde kendimizi değerlendirirken, bu heykel ve sanat mevzusunda bizim de pek kafa yorduğumuzu düşünmüyorum. Örneğin, Stalin yahut Che heykelleri dikilse Türkiye solunun çok farklı bir tepki vereceğini sanmıyorum; acaba bu ideolojinin alt kodları göremeyecek kadar bir şeyleri mitleştirmesi mi problem?
Evet, asıl mesele o galiba. Sadece heykel sanatçıları tartışmamalı bunu. Mitleştirmek işte mesele. Orada Mehmet Aksoy'un heykeli adına barış da dense bir şey ifade etmiyor. Bana o dikilen Atatürk heykeliyle farklı bir şey ifade etmiyor. Örneğin, bir heykeli bana soruyorlar. Bunu gelip sana da, bir başkasına da sormak gerekiyor.
Türkiye'deki güzel sanatlar başlığı altına toplanmış sanat eğitimine nasıl bakıyorsunuz? Yahut, sanat eğitiminin, özerk olmayan bir kurumda verilmesinin sanatın ruhuyla ilişkisi nedir sizce? Acaba, ekoller için müritler üreten bir sanat eğitim sistemini yeşertiyor olabilir miyiz?
Sorgulamalara alan açan, aramaya düşünmeye yönelten bir eğitim sistemimiz olmadığı çok açık. Sanatın sorgulayıcı, arayan, deneyen, yıkıp kuran, tekrar yıkıp kuran ‘ruhu’nu öldüren, belli bir normun içinde tekrarlarını üreten, öğreten bir eğitim sistemi; tabii ki ‘müritler’ yetiştirecek.
Güzel Sanatlar adından da başlayarak bu eğitim konseptini alaşağı etmeden hiçbir şey yapılamaz bence. Onunla uğraşmak yerine hayatın içinde akabilen, insanların potansiyellerini tam olarak kullanabildiği, bağımsız kişiliklerin yeşerebileceği alternatif alanlar oluşturulmalı diye düşünüyorum.
Sanatın yeni, gerilla formları var, bir yandan da internet gelişiyor. Sanatın, yeni sergilenme biçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Yakın dönemde gerilla formların güçleneceği aşikâr, bir yanda da internet var, o da orijinal eserlerin bir şekilde dağıtımını kolaylaştırıyor ve illegal yollardan sanatçını gelir elde etmesini engelliyor. Burada gidişat nereye varır sizce?
‘Güzel Sanatlar Sistemi’nin kendinden menkul aşkın hali, modernist sanat ve sanatçı ideali sorgulanarak; sanat sisteminin iktidarla kurduğu ilişkiler ağını eleştiren, karşı çıkan, protesto eden, delen işler üretildi.
Sanatçılar giderek, özellikle de güncel sanat alanında kamusal, politik meselelere doğrudan yaklaştılar son yıllarda. Ancak sistem kendine en karşı olanı bile içine alıp öğütüyor ki en protest iş bile kendini iktidarın yeni ağının içinde bulabiliyor.
Sanatın metalaşmasına, alınıp satılırlığına karşı yapılan birçok iş çok büyük meblağlarla satışa sunulur, şaibeli sponsorların desteğiyle çok büyük meblağlarla üretilir oldu. Politik olma iddiasındaki birçok sanat eylemi, güncel politik eylemelerden soyutlanarak, özel ve aşkın bir alan olarak yeniden kuruluyor sanki. Yeni otoriteler, yeni peygamberler ve onlardan onay alma halleri gelişiyor.
Hiçbir iktidar ilişkisi barındırmayan, hiçbir kurum ve otoriteden icazet almayan, kendini güncel politik eylemlerin kıvrımlarına bırakmaktan çekinmeyen sanat eylemeleri. Bu anlamda, ‘gerilla formu’, internetle açılan yeni mecralar akışkan halleriyle buna imkânlı.
Ama bir yandan da Küçük İskender’in cümlesi aklımda dolaşıyor. “Tüm vosvoslar büyüdüğünde limuzin olmak istiyorlar” diyordu.
(Mesele Şubat 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder