Tarihin hangi döneminde yaşadığımız, hangi müziği dinlediğimizden ne okuduğumuza kadar pek çok alanda bize bir çerçeve çizer. Gelecek perspektifinin somut bir umuda dayandığı bir dönemde, şarkılar da, şiirler ve romanlar da zamanın ruhunu yansıtır ve neredeyse tümü beraberce harcanan emekle kurulacak geleceği betimler.
Geleceğe dair somut perspektifin insanların elinden alındığı, uluslararası kulislerde ve devletin ‘derinlikleri’nde çizilen yapay ‘gelecek’ şablonlarının kitlelere yutturulmaya çalışıldığı dönemlerse, her açıdan karanlıktır. Ve o dönemlerde, insanın geleceğini kendi ellerine almasını savunan romanlar, şarkılar, filmler yargılanır, kovuşturmaya uğrar, ama her şeye rağmen insanın hiç bitmeyen arayışını onlar temsil eder.
Tam otuz bir yıldır, geleceğini nasıl kuracağına dair perspektifi elinden alınmış bir ülkede yaşıyoruz. Biraz deneyip yanılarak, didişerek, yanlış kavgalar edip bolca hataya düşerek de olsa, bu ülkede otuz bir yıl önce insanların beraberce yürüdüğü bir gelecekleri vardı.
İşte bu topluma o tarihte yapılan en büyük kötülük, onu ‘geleceksiz’ bırakmak oldu. Şimdi gelecek tasarımı, ‘toplum mühendisleri’nin elinde gibi görünüyor ve bizler de hayatımızı anlamlandırma iddiası taşıyan edebiyatı izlemeye devam ediyoruz; hangisinin ışığı bizi yarına taşıyacak, anlamaya çalışıyoruz.
Tuzaklı Edebiyat
Elif Şafak’ın çok satan romanı Aşk için yazdığım eleştiriden sonra, şimdi de İskender hakkındaki bu satırları okuyacaklar için öncelikle bir noktayı belirtmem gerekiyor. Elif Şafak’ı izliyorum, pek çoğumuz gibi; bir edebiyatçı olarak yazdıklarını merak ediyorum, her satırda konunun yanı sıra yazım dilini de fark ederek ilerlemek bir okurun sürükleyici bir romandan duyabileceği hazzı yaşatıyor bana.
Ancak Elif Şafak, bu edebi yolculuğa ara verdiğim her noktada, içimde tuhaf, buruk bir tedirginlik oluşmasına yol açıyor; beni bildiğim, inandığım şeylerden uzak bir noktaya düşürüyor; roman kurgusu içindeki çatışmanın çözümünü, her zaman ve ısrarla, çerçevesi son derece muğlak çizilmiş ama hedefi bir o kadar net bir ‘anlayış’a bırakıyor.
Yani sözün özü, Elif Şafak’ın sürükleyici satırları, ustaca kurgulanmış konuları ne yazık ki okuru bir tuzağa düşürüyor. Bu tuzağa, bir dünya görüşü çerçevesinde hayatı yorumlayanlar da düşebilir elbette, ama daha önemli ve vahim olanı, bu tuzaklı kurgu, herhangi bir perspektife sahip olmayan ve sevdiği yazarları referans alan genç okur için tehlikeli bir kanaat önderliğine dönüşüyor.
Bu yüzden, bu tuzaklı edebiyatı çözümlemenin ve tıpkı “Hansel ve Gretel” masalındaki gibi ormanın derinliklerine doğru yürürken zevkli ve heyecanlı olan bu yoldan geri dönmek istediğimizde kaybolacağımızı hatırlatmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü yolu bulmak için attığımız ekmek kırıntılarını artık her yere oburca saldıran kara kargalar yiyip bitiriyor..
Esma, Naze, Pembe, Cemile... Ama İlle de İskender
Kitap, daha kapağından düşündürmeye başlıyor beni aslında. Bir kadın olarak baktığımda, ‘İskender’ olduğu belli bir erkek sureti içinde Elif Şafak’ın yüzünü yadırgatıcı buluyorum. Ama bu bir ironi de olabilir; ne de olsa edebiyat, her cinsten, her ırktan, her sınıftan insanın yerine kendini koyabilme becerisiyle ortaya çıkan büyülü bir dünyadır. O halde, bir yana bırakıyorum kapağı, kitabın ilk sayfasını açıp okumaya başlıyorum.
Hikâye “Esma”yla başlıyor. İskender’in kız kardeşi Esma, “annesinin hikâyesinin unutulmasına asla izin vermeyeceğine yemin etmiş olduğu” için yazıyor bu hikâyeyi. İki kadınla karşılaşıyoruz yani daha ilk satırlarda, Esma ve annesi Pembe.
Devam ediyor: “...İskender. O benim ağabeyim. O bir katil.”
İşte romanın düğümü burada, daha ilk satırlarda başlıyor. Anlıyoruz ki bir Pembe var, hikâyesi hatırlanası bir kadın; onun anısına bağlı bir kız evlat ve annenin katili İskender. ‘Neden ve nasıl’ diye sorarak ilerleyeceğiz artık ve yazar bize bunu anlatacak.
Roman, karakterlerin her birini ayrı bir bölümde ele alarak kurgulanmış. Sadece Esma ve İskender ilk ağızdan anlatıyorlar olanları; diğerlerinin hayatını yazarın ağzından dinliyoruz. Karakterlerin her birine ayrı bölüm verilmesi, aslında yazarın tüm karakterlere eşit mesafede durmasını sağlayabilen bir kurgu şekli gibi görünüyor.*
Özellikle çatışma yaratan olayın farklı kişiler açısından farklı biçimlerde görülüp yaşandığını anlatırken, okurun olaya dahil olan bütün bakış açılarını görmesi açısından oldukça elverişli. Tabii, aslında bütün karakterleri yazarın yarattığını hatırlarsak, burada yazarın olaya bakış açısı önem kazanıyor. Yani okur, farklı karakterleri dinlerken aslında yazarın onu ulaştırmak istediği noktaya doğru bir yolculuğa çıkıyor, bunu akılda tutmak lazım.
Bu açıdan tekrar kapağı düşünüyor insan ve neden Naze, Pembe, Cemile, Esma varken ve bir kadını katletme hikâyesinin başrolünü hepsi hak etmişken, neden yazar, yüzünü ödünç vermek için İskender’i seçmiş diye soruyor ister istemez... Yoksa bu kapak, farklı karakterlere anlattırılan hikâyenin son noktada bizi götürmek istediği durak hakkında bir ipucu mu?
İhanet Eden Kadın-Anne
Pembe, kız evlat doğurmaktan azap duyan Naze’nin ikiz kızlarından biri. Anası Bext ve Bese, yani Kader ve Yeter adlarını veriyor kızlarına, aklı sıra Rabbine mesaj vermek için ama kocası Berzo, Allahın gücüne gider diye Pembe ve Cemile adlarını ekliyor kızlara. Bu arada kullanılan adlardan, bu ailenin Kürt olduğunu anlıyoruz, bunu aklımızda tutalım, çünkü romanın alt metnini anlayabilmekte yardımcı olacak bize.
Pembe ve Cemile’nin, erkek çocuk isteyen Naze ve Berzo’nun kederi olarak dünyaya geldiğini öğrendikten sonra İskender çıkıyor ortaya. Pembe’nin oğlu, Esma ve Yunus’un ağabeyi, ailenin ilk çocuğu ve üstelik ‘erkek’. Pembe’nin kız evlat olmanın ‘kusuru’nu taşıyan bilinci, ilk çocuğu olan oğluna kul köle olmasına yeter.
Yani daha doğuştan kıymetli bir çocuktur İskender. Annesiyle ilgili ilk hatırasının da, kandırılmakla ilgili olması ilginçtir. Sünnetçiden kaçan İskender, ağaca tırmanır ve annesi onu sünnet ettirmeyeceğine söz vererek ağaçtan indirir, sonra da sünnet ettirir. İskender, bunu hiç unutmaz, en güvendiği kadının, annenin onu kandırmış olması aklına silinmemecesine yerleşir.
Kapaktaki İskender’in yüzündeki yazar, bakış açısına dair ilk verileri sunmaya başlar. Söz veren ve anında sözünden dönen kadın-anne, güvenen ve kandırıldığı için hayal kırıklığına uğrayan erkek çocuk... (Dönek anlamına gelen ‘kancık’ sözcüğünün dişi hayvana verilen ad olduğunu hatırlayalım mı?)
Sünnet esnasında donuk ve tepkisiz durmasının tek bir sebebi vardı: Annesinin onu nasıl ve neden kandırdığını düşünüyor olması. Hazmedememişti İskender bu ihaneti. Sevip de kandırmayı. İnsanın canı kadar sevdiği birini oyuna getirebileceği aklının ucundan dahi geçmemişti. O güne dek bilmezdi, birine bütün kalbinle muhabbet besleyip yine de onu incitmek istemenin mümkün olabileceğini.
Sevginin ve aşkın karmakarışık halleri üzerine aldığı ilk hayat dersiydi bu (s. 27).
Her dakika “Buyur sultanım” diye seslenen, ölçüsüz şımartmakta beis görmeyen annenin bu ihaneti, anne katili olacak İskender’i anlamamız için; daha da ötesi kadınları hiç anlamayan, anlamak da istemeyen, onları sadece “cilve yapan, naz eden, asla güvenilmemesi gereken, sahip olunan, ihanet ettiği düşünüldüğünde cezalandırılması gereken kancıklar” olarak gören erkek toplumu anlamamız için yazarın bize gösterdiği bir ‘temel’ olabilir mi acaba?
Büyüdükçe, annesinin ‘kıymetlisi’ olmakla göçmen olmanın ezikliği arasında gidip gelen ama her şeye rağmen büyük bir özgüvenle şekillenen bir karakter resmediliyor İskender’de. Cazibesini ‘delikanlı’ olmasından, fazla konuşmamasından, ‘cool’ olmasından, kimseye aldırmayan ve burnundan kıl aldırmayan tavırlarından alıyor.
Öyle ki, erkeklerle aynı haklara sahip olmamasını sorguladığı, evliliği ve yaşıtı kızların kör aşklarını saçma bulduğu için İskender tarafından ‘tuhaf bir kız’ diye nitelendirilen kız kardeşi Esma’nın bütün arkadaşları kapılıyor onun büyüsüne. Malum, ‘bunalımlı ve sert’ görünen erkeği kollarında iyileştirme takıntısı, bütün kız çocuklarına binlerce kez tekrarlanan “anaç ol, sevecen ol, yuvayı dişi kuş yapar” tembihlerinin kaçınılmaz sonucu...
İskender’in adını alma öyküsüne de, bu açıdan dikkat etmemiz gerekiyor. Kadınların bir yandan anaç ve sevecen olmayı bellerken, öte yandan nasıl erkekleri tercih ettiklerini de minicik bir ‘mesel’le anlatıyor yazar.
Pembe oğlunu doğurduğu gece korkunç bir kâbus görüyor ve ikizi Cemile de onu cinlerin ziyaret etmiş olabileceğini söyleyerek onlardan kurtulmanın türlü yollarını anlatıyor. Hepsini uygulayan Pembe, çocuğuna isim vermeyi reddediyor, isimsiz birine Azrail’in gelemeyeceğini düşündüğü için. Sonunda artık bir isim vermesi gerektiğinde, köyünün yaşlı bilgelerine danışmasını öneriyorlar.
Hikâye uzun. Pembe köyde karşısında çıkan meczup bir kadının dediği iki isimden birini seçiyor. Kadın şöyle diyor:
Biri Selim. (...) Evladın yumuşak huylu, merhametli, vicdan sahibi olsun istersen ona bu ismi ver. (...) İkincisi, askerlerinin önünde yürüyen, aslanlar gibi savaşan, her muharebeyi kazanan, düşmanlarının yüreklerine korku salan, diyar üstüne diyar, taht üstüne taht fetheden, Doğu ile Batı’yı birleştiren, hep daha fazlasını isteyen anlı şanlı bir kumandan ve hükümdarın adı. Evladın da onun gibi bir ordu insana liderlik etsin dilersen ona bu ismi ver.“Bu daha iyiymiş,” diyor Pembe ve biricik oğluna İskender ismini veriyor.
Neyi seçiyoruz biz kadınlar yani? Bu bizi ezen, hep önümüzden yürümeyi isteyen, her muharebeyi kazanan, yüreğimize korku salan, bedenimizi ve ruhumuzu fethettiğine emin olmadan işin peşini bırakmayan ve hep daha fazlasını isteyen bir ‘kumandan ve hükümdarlar’ toplumu, aslında bizim seçtiğimiz, bizim sebep olduğumuz bir sonuç mu?
Son tahlilde insanlar seçtiklerini mi yaşarlar yani? Verili bulunan toplumsal koşullar, mülkiyet düzeni, cinsler arası ezme-ezilme ve iktidar ilişkileri falan filan fasa fiso da, aslında biz mi seçiyoruz bu hayatı?
Nihayetinde bir roman, bu kadar da didiklememek lazım deyip geçip gidebiliriz elbette, ama öyle mi gerçekten? Geçip gittiğimiz kaç yüz bin tane şeyin alt metni nasıl belirliyor hayatımızı acaba?
Naze’den Esma’ya Romanın Kadınları
Pembe ve Cemile’nin annesi Naze, oğlan doğuramamış olmaktan muzdarip bir kadındır, zaten ölümü de sonuncu çocuğunu doğurma inadından olur. Kızlarını kızlarını okutmaya heveslenen Berzo’yla alay eder; kızlarının ‘koca bulmak’tan başka yapacağı bir şey yoktur ona göre.
Berzo ise kızlarının anayasayı öğrenmelerini, kocalarına boyun eğmemelerini ister. (Aynı Berzo’nun, sevdiğine kaçıp adam onu ortada bırakınca geri dönen kızı Hediye’nin ‘töre gereği’ kendini asmasını sağlaması da tuhaf bir çelişkidir.)
Naze, kadınlarla erkeklerin farklılığını kızlarına anlatırken ‘ak patiska’ benzetmesi yapar, patiskanın üstündeki küçücük bir leke hemen fark edilirken erkeğin kalın kumaşına bir şey olmayacağını anlatır.
Daha başından itibaren oğlunu neredeyse başında taşıyan, bir dediğini iki etmeyen ama bir yandan da en sevdiği oğluna ilk hayat dersini vermiş olan Pembe, aslında ikizini sevmiş olan ama Cemile’nin bekâreti şaibe altında olduğu için kendisiyle evlenen Adem’i “köyden çıkıp uzak diyarlara gidiş bileti” olarak görür.
Köyün dar sınırları yetmez ona, ikizi Cemile’nin aksine sükûnetten hoşlanmaz, duygusal değildir, maceradadır aklı. Ama daha küçük bir kızken denizci olmayı ve liman liman gezmeyi düşleyen Pembe, ilk çocuğu İskender’in doğumundan sonra batıl inançlarla yaşayan, kapana kısılıp kalmış bir göçmen kadın haline gelir. Hatta annesinin ‘ak patiska’ örneğine vaktiyle çok kızmış olmasına rağmen yıllar sonra kendini, kızı Esma’ya aynı şeyi anlatırken bulur.
Cemile ise, köyde, ebelik maharetinin verdiği gerçeküstü algıyla da beslenen cinsiyetsiz hayatından hoşnuttur, en azından yakınmadan yaşar. Zaten hayata bakış açısı da kabullenmeye, Yaradan’ın verdiğini sorgulamadan yaşamaya dayanır. Pembe’nin babasıyla kurduğu yakınlığın aksine annesinin kızıdır o. Beklentisiz, verilenle yetinen, tevekkül sahibi Cemile romanda Pembe’ye göre daha ‘olumlu’ bir karakter olarak çizilir.
Esma ise, “Yalnızca kaybedenlerden hoşlanır,” diye tanımlanır İskender tarafından (s. 253); kurbağa tarafından avlanan salyangozun tarafını tuttuğu için endişelenir annesi; erkek adlarını beğenir, onların ‘cesaret, iktidar ve yetki’ içerdiğini, kadın adlarınınsa gerçeklerden kopuk, masalsı ve saçma olduğunu düşünür.
Annesiyle arası ise ergenlik çağına girdiğinden beri bozuktur:
Yakın zamana kadar annesiyle arasından su sızmazdı. Memeleri büyümeye başlayınca her şey değişmişti. Bekâret meselesi Pembe’nin ilgilendiği tek konu haline gelivermişti. Esma’ya sürekli asla yapmaması gerekenler hakkında nutuk atıyordu. (...) Oysa Pembe oğullarını aynı kısıtlamalarla yetiştirmiyordu. Hadi Yunus daha küçüktü diyelim, ama İskender’e karşı tutumu tamamen farklıydı. İskender’in her hareketini kollaması gerekmiyordu. İçinden geldiği gibi davranabilirdi. Alabildiğine serbestti (s. 256).
Romana yan figürler olarak girip çıkan İskender’in sevgilisi Kate, Adem’in tutulduğu Roksana da dahil olmak üzere, Esma dışındaki bütün kadınlar mevcut değerler sistemini sorgulamayan, ucundan kıyısından baş kaldırmaya meyletseler de bunu sonuna kadar götüremeyen, kabullenici karakterlerdir.
Esma aralarında en farklı olanıdır ama o bile ‘erkek gibi’ olmayı özgürlük sanmaktan çok öteye geçemez. Romanın çözüm bölümlerinde, Esma’nın, ağabeyinin annesini öldürmesinde kendisini de dolaylı olarak suçlu bulduğuna tanık oluruz. Daha öncesinde, küçük kardeşi Yunus’la ilgilenmediği için annesini (terk edip giden babayı değil, anneyi) suçlayan, Pembe’yle ilişkisi olan Elias’a hınçla davranan da aynı Esma’dır zaten.
Bir Erkek Nasıl ‘Erkek’ Olur
İşte böyle bir kadın dünyası içinde yetişir İskender. En sevdiğini bile kandırabilen kadın-annenin ‘ihanet’ dersinden sonra ikinci ‘erkeklik’ dersini babasından alır. Kurban bayramında aldıkları koçun kesilmesine kıyamaz ve babasından onu kesmemesini ister.
Babası kabul etmiş görünür, oysa bayramın ilk günü kesilen koçla yapılan et yemeği konur önüne. Yemek istemeyen İskender’in yüzünü zorla yemeğin içine sokar baba (aslında dayakçı bir baba değildir ama tam evden kopmaya başladığı, bunalım dönemindedir). İskender ilk kez o gün, asla zayıf davranmamaya dair yemin eder kendine. Kavgacı kişiliğinin tohumları atılmaktadır.
Anneyse, “paşam, sultanım” diye çağırdığı oğlunun, okulda kendisini döven arkadaşlarından aldığı intikamı öğrenince, şikâyetçi olan veliye yalan söyler, oğlunu ele vermez ve İskender onun gözlerinde “bir gurur ışıltısı” görür (s. 236). Oğlunun kavgacılığından gurur duyan, onu bilinen anlamda ‘erkek’ olması için kollayıp teşvik eden Pembe, bir kez daha ‘annelerin yetiştirdiği oğullar toplumu’ söylemini güçlendirir.
Kumar bağımlısı olup durmadan para kaybeden ve Pembe’nin evin sorumluluğunu üstlenmesine yol açan, sonra da Roksana adlı kadına tutulup evi tamamen terk eden baba Adem’in geçmişinde de bir ‘anne’ travması vardır.
‘Normalde’ iyi ama içkiliyken kavgacı ve şiddet uygulayan bir adam olan babasına daha fazla dayanamayan anne, önce oğlu Adem’le beraber ölmeyi dener, başaramaz, daha sonra da bir başkasıyla kaçar.
Annesiyle birlikte ölümün soğuk gölgesini hisseden Adem, onun hakkında ağabeyi Tarık gibi kesin bir yargıya sahip değildir (“‘Anamız şırfıntının tekiydi,’ dedi Tarık”, s. 77) ama hep bir eksiklik hisseder, bir türlü tamamlayamadığı geçmişinde yaşar.
İskender evi terk eden babasına öfkelenir ama ‘babaya duyulan öfke’ bile ölçülüdür; bu konuda soru soran birine, “Kendine başka yaşam kurdu, hepsi bu,” der. (s. 292) Annesinin ise bırakalım kendine başka bir hayat kurmayı, sinema karanlığında platonik bir sevgi yaşama hakkı bile yoktur.
Bir gün İskender okuldan eve geldiğinde kapı biraz geç açılır, üstelik Pembe’nin bluzunun düğmeleri yanlış iliklenmiştir; eyvah! Bu manzara, İskender’i çileden çıkarmaya yeter ve annesinin infazını planlamaya başlar! (Romanın sonuna doğru öğreniriz ki, Pembe ve Elias hiç öpüşmemişlerdir bile, tıpkı eski Yeşilçam filmlerindeki gibi bir ‘yanlış anlama’ kurbanı olmuştur Pembe.)
Annesini bir başka erkekle olduğu için öldürmekten başka çözüm bulunmadığına inanan İskender, bu ‘işi’ halletmesi için gider, babasını bulur. Giderken aklından geçenler, bir kere daha bakış açısını özetler: Babasını ‘ayartan’ kadını bulup onun bir ailesi olduğunu haykırmak ve sonra da yüzüne kezzap atmak!
Ama Roksana’dan önce babasıyla karşılaşır. Onu eve çağırır. Baba, baba olmanın iktidarını kullanmakta bir an tereddüt etmez: “Git annenin yanına, kırmayayım kemiklerini” (s. 334). Tartışma büyür. Adem oğluna tokat atar, İskender “yaralı bir hayvan gibi uluyarak babasına doğru” hamle eder, ama babaya el kaldırmak yerine kanlar içinde kalana kadar kafasını duvara vurur.
Ardından annesini uyardığını öğreniriz: “İşten ayrılacaksın, evden dışarı çıkmayacaksın!” Pembe sorgulamadan uyar oğlunun emirlerine. Elias’a bir daha onunla görüşmeyeceğini haber verecektir. Sevgisiz bir evliliğin ardından çocuksu bir aşkı yaşamaya da hakkı olmadığını sessizce kabul etmiştir. Ama her şey beklenmedik bir şekilde gelişir ve İskender annesini öldürür.
Romanın başından itibaren adım adım izlediğimiz İskender, bütün kızları etkisi altına alan, delikanlı, mert, kavgacı, dürüst erkek, öyle koşullar tarafından çevrilir ki, âdeta iplik iplik örülür onu bu noktaya iten ‘kaderin ağları’...
İşte bu ustalıklı kurgu, son yıllarda ‘töre cinayeti’ diye perdelenmeye çalışılan kadın cinayetlerine son derece klasik, eleştirel görünmesine rağmen tutucu bir çerçeveyi meşrulaştırmaya yarıyor: “Evet, kadınlar eziliyor, erkekler eziyor ama o erkekleri yetiştiren de kadınlar değil mi?” Tam bir totoloji!
Dekor Yerine: Kürtler, Marksistler
İskender adlı romanın bir kadın cinayetini, ‘töre cinayeti’ çerçevesinde anlatmak için bir Kürt aileyi seçmesi, sizce de manidar değil mi? “Bu tip cinayetler geri kalmış toplumsal yapıların (yani Kürtlerin) sorunudur” gibi bir yalanla ırkçı yüzlerini maskelemeye çalışanları unutmadınız değil mi?
O zamanlar Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni olan Ertuğrul Özkök’ün seslendirdiği bu ırkçı yaklaşım, biraz bilinci ve onuru olan herkes tarafından kınanmıştı.
Şimdi Elif Şafak’ın, bütün bunlardan habersiz, tamamen masumane bir niyetle, Kürt kökenli İskender’i ve Pembe’yi bir katil-kurban ilişkisine örnek olarak anlattığına inandık diyelim, bunun en azından kötü ve önyargıları besleyen yanlış bir seçim olduğunu belirtmek zorundayım.
Bir edebiyatçı, sadece yazdıklarına karşı değil, sadece okurlarına karşı da değil, hayatın kendisine karşı sorumludur, sorumlu olmalıdır. Çünkü edebiyat, ne ‘hobi’dir, ne ‘ben yaptım oldu’, ne de tek kişilik bir meşgale... Yazar, hayatın düz ya da kırıklı bir hayalini kurguluyorsa eğer, kullandığı sözcükler dünyayı daha güzel bir yer haline getirme kaygısını yansıtmalıdır.
Kadın cinayetleri, bırakalım Kürtleri, bu coğrafyada ve dahi dünyanın her yerinde almış başını giderken, bu konuyu özel olarak Kürt karakterlerle kurgulamak, ayrımcılıktır ya da en azından bu konudaki ırkçı-milliyetçi önyargıları güçlendirmeye hizmet eder ve bunun da hiçbir mazereti yoktur.
Bunun dışında Elif Şafak’ın, karakterlerini anlatmadan önce, “Kürtçe konuşan öğrencilere tek ayak üstünde dikilme cezası veren Türk öğretmen” dışında, anlattığı insanlar hakkında biraz daha derin bir bilgi sahibi olmasını beklemek de bir okur olarak hakkımız olsa gerek. Sadece Berzo, Naze, Bext, Bese isimlerini kullanıp bir iki Kürtçe deyiş yazarak, bu ‘karton’ karakterlerin canlanıp ete kemiğe bürünmesi imkânsız çünkü.
Romanın diğer ‘karton’ karakterleri de evsizler. Ailenin küçük oğlu Yunus’un arkadaş olduğu evsizler, bir viraneyi işgal etmişler, orada yaşıyorlar. Anarşistler, feministler, Marksistler, Troçkistler, yani sisteme muhalifler...
Öyle bir tanımlıyor ki yazar onları; hafif kaçık, en azından ot kullanan, pembe-mavi saçlı bu tipleri ciddiye alıp da üzerinde düşünmeye bile gerek yok! İyi olmasına iyiler, biraz şabloncular, biraz ezberci, ama kötü çocuklar değiller... Ama tarihin çöplüğüne doğru hızla yuvarlanan bu çocukları ciddiye almaya, onlarla uğraşmaya değmez, tek bir fiskeye bakar, yok olmaları an meselesidir zaten!
Aslında Marksistlerin, feministlerin, anarşistlerin, ezcümle sisteme muhaliflerin ‘müstehzi’ bir ifadeyle, açık ya da örtülü ‘zavallı dinozorlar’ şeklinde anlatılması yeni değil. Bu durum, Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte dünyadaki bütün liberallerin ortak motifi oldu.
Çok eğleniyorlar: “Yazık, iyi çocuklar aslında ama demode oldular...” Oysa bugün yenilmiş olsalar da ve hatta daha uzun yıllar tarihin rüzgârı onlara karşı esmeye devam etse de, geleceği aramaya devam eden, her şeye rağmen devam eden yalnızca onlar.
Bugün hâlâ umut varsa, yakın ya da uzak bir gelecekte dünya daha yaşanılası bir yer olacaksa, onların yüzü suyu hürmetine olacak ve sırf bu sebeple bile, onlar çözüme herkesten çok daha yakın duruyorlar.
Sevelim Sevilelim
Peki, Elif Şafak’ın önerdiği çözüm ne?
Roman, Aşk’taki temayı tekrar ederek sonlanıyor: Bu kez Şems gibi bir bilge değil, Zişan adında saf bir ermiş söylüyor çözümü; sevgi, sevgi... Gökten nur gibi yağan sevgi!
İskender’in hücre arkadaşı olarak görüyoruz Zişan’ı. Oraya Yaradan tarafından neden gönderildiğini İskender’i tanıyınca kavrayan ve böylece misyonunu yerine getiren Zişan, Brunei doğumlu bir Müslüman.
Ama ne İskender’i Neonazilere karşı yürüttükleri kavgaya çağıran Hatip gibi fanatik dinci, ne de Adem’e Abu Dabi’ye gitmesi için para veren cemaat önderi Mamut Baba gibi nemalanma peşinde Zişan. O saf sevgiden söz ediyor.
İyi ile kötünün dengede durduğunu, Yaradan içimize ne koyduysa onu yapabileceğimizi, nefsine hâkim olmazsan onun seni köleleştireceğini, her şeyin bir sebebi olduğunu ve bir şeye işaret ettiğini, kendi içine bakmanın en emin yol olduğunu, kendi hatalarını görmeden iyileşemeyeceğini...
Katılır veya katılmayız ama güzel sözler... Güzel dilekler, faydalı öğütler...
İyi de biz bu yolculuğa, bir kadın cinayetinin arka planını anlamak için çıkmıştık; çıkarken cebimizde duran erkek egemenliği, iktidar, ezme-ezilme, eşitsizlik gibi kavramları yerlere serpmiştik dönüş yolumuzu göstersin diye; şimdi vardığımız yerde gördüğümüz çözüm şu mudur:
Kadınlar, oğullarınızı yanlış yetiştirmeyin, silah size döner. Siz, annelerini, sevgililerini, kız kardeşlerini, karılarını, kızlarını döven, yaralayan ve öldürenler; hiçbir maddi temeli sorgulamaksızın sevgiyi bularak, Yaradan’ın iradesine inanarak çözün bu sorunu.
Ve Pembe’nin Esma’ya yazdığı vasiyete benzer mektubu, biz kadınlara geliyor tabii; affedin İskender’i, sevin ve affedin bize istemeden zulmeden erkek toplumu, ‘muhabbet ehli, inançlı insanlar topluluğu‘ olarak sevgi saygı içinde yaşayıp gidelim...
Beğenmediniz mi bu pastadan evi? O halde dönelim hadi. Ama nerde bizim cebimizdekiler? O güzel sözlerle satırlar arasında gezinirken kimler yedi onları?
Tuzak bu işte.
*) Aslında sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan romanın, diğer türlere karşı iddiası, hayatı bütünsel olarak kurgulamasıydı. Hayatı farklı epizotlara bölmeden, tek bir olay örgüsü içerisinde bütünleştirmesi, onu ‘hayatın aynası’ kılıyor ve bir anda kitleler nezdinde popülerleştiriyordu. Son dönem postmodern edebiyat, insanlığın edebiyatta yüzlerce yılda geldiği bu noktayı tekrar parçalamayı öneriyor. Endüstrinin her bir parçayı bölüp parçalamasıyla hayatın ve sanatın bu parçalanması arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmak, bambaşka ve geniş kapsamlı bir yazının konusu.
(Mesele Dergisi'nin Ocak 2012 sayısında yayınlanmıştır.)
Emeğinize sağlık; kitabı okumaktan kurtardınız beni. Zaten yeterince "önyargım" vardı Şafak'a dair. Toplumsal, sosyo-ekonomik, sınıfsal çok yönlü bir sorunun, Şafak tarafından bu kadar bayağı bir kurguyla ele alınması, aynı zamanda onun düzeyinin, ideolojisini de bir göstergesi. Ama ne yaparsınız, "bu konular çok satıyor".
YanıtlaSilSaygılarımla
Atalay YILMAZ
Felsefe Öğremeni