11 Kasım 2011 Cuma

Ertuğrul Kürkçü’yle Söyleşi: Mihri Belli İçin Devrim Hep Bir Devrim Olacaktı…


SÖYLEŞİ: BERAT GÜNÇIKAN
Mihri Belli’yle ilk ne zaman karşılaştınız, tanıştınız, tanışana kadarki süreçte nasıl bir Mihri Belli imgesi vardı, kafanızda?
Mihri Belli hakkında onun Türk Solu ve Yön dergilerindeki yazılarını okuyarak fikir sahibi oldum, ama bu yazılarından önce onun “Milli Demokratik Devrim” risalesi elime geçmiş, Belli hakkındaki ilk izlenimimi oradan edinmiştim. Ben süreci biraz daha birinci halkanın dışından izliyordum, ama birinci halkanın içindeki arkadaşlarımın çok merak ettiklerini, üzerinde tartıştıklarını görüyordum.
Kaç yılından söz ediyoruz?
1968.
“Milli Demokratik Devrim” broşürü sizde nasıl bir etki bıraktı?
Önce siyasete, taktiğe, stratejiye, bir devrim yapmanın planlı bir süreç olarak anlaşılması fikrine tamamen yabancı olduğum için kavrayamayacağım bir metin olarak geldi. Ancak yine de onun herkeste saygınlık uyandıran, hakkında efsaneler yaratılan biri olduğunu az çok fark etmiştim, o açıdan da çok merak ediyordum.
Bu merakınızı nasıl giderdiniz?
Türk Solu dergisindeki yazılarına bakmaya başladım, çünkü bizim öğrenci hareketleriyle ilgili yapıcı ve gerçeğe uygun haberler sadece Türk Solu ve Ant dergilerinde çıkıyordu. Öğrenci hareketlerine anlam ve değer verdiğini gösteren yorumları izlerken, Mihri Belli’nin analizlerini de okuyordum.
Bu analizleri nasıl değerlendiriyordunuz?
“Milli Demokratik Devrim” broşürünün karmaşıklığına karşılık, siyasi durum analizlerinin yalınlığı, hatta daha başka bir yerden, bugün baksam basitliği insanı şaşırtıyordu. Bu bende şöyle bir algı da yaratmıştı: Bu adam sırça köşkünde yaşamayan, yani gündelik hayatı göz önünde tutan ve bundan uzun erimli sonuçlar çıkartan birisi. Bir yandan da, o zamanlar benim için entelektüel derinlik meseleleri daha önemli olduğu için, Mihri Belli’nin aradığım standartta yazmadığını düşünüyordum. Marksizm bahsinde söz Marx, Lenin dışında bir yere bağlanmıyordu, oysa dünya bana daha geniş gözüküyordu.
Daha sonraları Mahir Çayan’ı daha çok takdir etmemin önemli sebeplerinden biri de, onda aktüel, teorik tartışmalar üzerinden bir fikir kurma çabasını görmem olabilir. Gene de Mihri Belli merak ve ilgiyle izlediğim bir insan haline gelmeye başlamıştı. Tam o sıralarda, öğrenci hareketi durmaksızın yükselir ve sola yönelirken Hürriyet gazetesinde “Aşırı Solun Lideri Mihri Belli Konuşuyor” gibi bir başlıkla bir röportaj patladı. Hürriyet o zaman da bizim takdir ettiğimiz değil, ama çok okunan ve etkisi olan bir gazeteydi.
Bu gazetenin Mihri Belli’ye ve siyasal rolüne dair bir yayın yapması, onun benim gözümdeki önemini artırmaya başladı. Bu söyleşi onu şahsen tanımadan evvel yayınlanmıştı ve Belli orada aşırı solun lideri olarak tanımlanmıştı. Oysa Mihri Belli ortada gözüken bir insan değildi; Behice Boran, Sadun Aren, Mehmet Ali Aybar gibi tartışma toplantılarına katılmaz, boy göstermezdi. Bir siyasi temsil özelliği yoktu, kimse onu seçmemişti, o kimseyi seçmemişti.
Bu röportaj onu tanıyan ve bilenlerin ehemmiyeti hakkında benden çok fikir sahibi olduğu bir insanla karşı karşıya bulunduğum hissimi pekiştirdi, Mihri Belli imajını daha yükseğe taşıdı. Ayrıca ona yeni bir imaj da yükledi: Bizim akıllı sandığımız insanlara akıl veren kişi!
Nasıl bir röportajdı, ayrıntılarını hatırlıyor musunuz?
Negatif bir portre değildi diye hatırlıyorum. Röportajdan aklımda kalan imaj şu: Sol Türkiye İşçi Partisi’nden ibaret değildir, TİP dışında ve aslında Türkiye’deki süreçlere onlardan daha çok yön veren bir kişi var, bunu tanıyın. Bu anlatım bir yandan Mihri Belli’yi hedefe koyuyor, bir yandan da onu tanıtıyordu. Mihri Belli’nin kaleminden çıkanları okuduklarımın yanında bu röportaj da onun hakkında yavaş yavaş sahip olduğum kanaate eklendi.
Benim devrimci harekete katılışım, bizim arkadaşların çoğunun katılışına benzemiyor. TİP’ten gelenler vardı ve onlar Mihri Belli’yle bir mesafeyi koruyorlardı, bir de Milli Demokratik Devrim kampından gelenler vardı, onlar da Mihri Belli’nin dergâhında yetişen, onun fikirlerinden sebeplenen insanlardı. Öğrenci hareketinde bir miktar palazlanan Mihri Belli’nin dergâhına girer, ya da oradan kam alır, oradan nasiplenirdi.
Dolayısıyla bir Mihri Belli’nin evi meselesi vardı, ben o evden gelenlerden biri değilim. Bizi Mihri Belli’nin ocağına taşıyan 1969 Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) kurultayı oldu. Türkiye’de devrimci strateji tartışmaları bir genişlik kazanıp, esaslı kararlar alınmaya başlamıştı.
FKF kongresinde önce İşçi Partililer federasyondan ihraç edildi, birkaç ay sonra Beyaz Aydınlık-Kırmızı Aydınlık, yani Doğu Perinçek ve Mihri Belli ihtilafı, daha doğrusu Mihri Belli’nin başlangıçta bir hakem pozisyonu izlerken devrimci gençlerden yana tavır almak zorunda kaldığı bir ihtilaf başladı.
TİP’teki bölünme mi bu ihtilafın yolunu açtı ya da hızlandırdı?
Tabii. TİP’teki bölünme gençlik hareketine yansıdı, gençlik hareketinde de otomatik olarak ikinci yarılma, Beyaz Aydınlık- Kırmızı Aydınlık ayrılığı ortaya çıktı. Biz militan, aktif mücadelenin içinden gelen ODTÜ’den arkadaşlarla birlikte Aydınlık dergisine gider gelir olduk, çünkü onların desteğe ihtiyacı vardı, İşçi Köylü gazetesi ile Aydınlık dergilerinin sokaklarda, gecekondu mahallelerinde satılması gerekiyordu. Harekete yeni, taze kan gerekiyordu, biz de hazırdık, davete hemen icabet ettik.
Ben Mihri Belli’yle orada, Mahir Çayan ve Münir Aktolga vasıtasıyla tanıştım. Belli’nin bir apartman dairesinde, kiralanmış bir dergi bürosundaki yazıhanenin arkasında, omuzlarına paltosunu atmış, bir kaşı havada, az konuşan, sert konuşan bir adam gerçeğiyle kafamdaki imajinasyon hiçbir zaman tam olarak bağdaşmadı.
Onda -bunu Sennur Sezer de yazmış- hemen kendini belli eden bir ‘arıza adam’ hali vardı, bugün bir mesele çıkartacak ya da işler ters giderse bir mesele çıkar havasını, daha birinci dakikadan itibaren insana veriyordu.
Gerçekten öyle miydi, yoksa bu havayı mı veriyordu?
Bu hava doğuyordu, ama gerçek bu değildi. Mihri Belli’nin hayattaki duruşu da onun büyük kuvvetlerle uzlaşmaya açık, fakat küçük meseleler için kimseyle uzlaşmayan, bunlara aldırmadan kendi tavrını sürdüren bir insan olduğunu gösteriyordu. Bu uzlaşmaz, kendinden emin hali karşısındakileri tırsıtıyordu. Ben bu yüzden onunla ahbaplığımın yavaş yavaş ve çok dolambaçlı bir şekilde başlamasından memnunum.
Fakat bizim ahbaplığımızın başlamasıyla siyasi karşıtlığa dönüşmesi arasında çok kısa bir zaman geçti. Şimdi seninle konuşurken zamanın ne kadar hızlı aktığını görüyorum. Ben onunla ilk tanıştığımda ODTÜ’de devrimci bir öğrenciydim, Dev -Genç içinde saflaşmalarda aynı saflarda yer almak şansına sahip olduğum bir yol göstericiyle bir ilişki kurmuştum, yani sıraya geçmiştim.
Sonra aynı yıl ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü başkanı, o yılın sonunda Dev- Genç genel başkanı oldum ve birden Mihri Belli’yle ilişkilerimizde tuhaf bir ayarsızlık oldu. Eskiden çevresi dergâhından geçmiş insanlarla örülüyken onların bir bölümü çevresini boşalttı, bir yandan da hiç tanımadığı insanlar onun gündelik mücadelesinin içinde yer aldılar. Ama bir yandan da adım adım onunla ihtilafa giriyorduk.
Neden?
Çünkü olayların akış hızıyla Mihri Belli’nin bunları yönlendirme hızı arasındaki ayarsızlıkta, bir açıklık baş gösterdi. Benim Mihri Belli’nin evine hiç gitmiş gelmişliğim yoktu, aramızda o şekilde bir yakınlık kurulmadı, ama o biliyordu ki ben bu gençlik hareketlerinin palazlanan genç irilerinden birisiyim, Dev-Genç başkanı oldum ya da olacağım, o da bizlere akıl, yol gösteren biri.
Fakat bizim Mahir Çayan’a yakın olduğumuzu ve Mahir’le arasındaki mesafenin ne olduğunu bildiği için aramızda hep temkinli, kontrollü bir ilişki oldu.

İhtilafa yol açan tartışma ya da olay neydi?
Bizi tam yakınlaşırken ruhen kopartan şey, 15-16 Haziran işçi hareketi oldu. 15-16 Haziran işçi hareketini anlamak ve buna tavır almakta Aydınlık çevresi başarısız oldu. İşçi hareketinin ima ettiği yönelişleri okuyamadılar. Bunda hareketin başında gözükenlerin Mihri Belli ve arkadaşlarının siyaseten karşı karşıya olduğu çevreler olmasının da payı olabilirdi belki.
Kemal Sülker, Kemal Türker ve arkadaşları, TİP’e yakındılar. TİP de o güne kadar ‘pasifizmi’yle ünlüydü. İşçi hareketi birden kabarırken başını bu unsurların çekmesi, belki Mihri’lerin buna şüpheyle yaklaşmasına yol açtı. Ama kesin olan şey, Aydınlık’ın bu hareketin anlamını kavrayamadığıydı.
15-16 Haziran işçi hareketi silahlı kuvvetlerin yaldızlarını döktü, façasını bozdu. Bir işçi-asker karşıtlığı net olarak ortaya çıktı. Olaylarda işçilerin hayatlarını kaybetmesi, bizler için kabul edilemez bir şeydi, kendimizi derhal silahlı kuvvetlerin karşısına koyduk.
Mihri Belli ise ilan edilen sıkıyönetimin tarafsız kalması çağrısında bulundu. Biliyorum, bugün bu anlaşılamaz bir şey. Türkiye’de bugün sıkıyönetim işçilere, Kürtlere ya da kime karşı ilan edilmişse, onlara karşı tarafsız kalsın diye bir çağrı ne kimsenin aklına gelir, ne de bu çağrının bir manası bulunur.

Ama Mihri Belli için o yıllarda bir manası vardı, sanırım.
Vardı, evet, bu da şuydu: O, silahlı kuvvetlerin tabanıyla işçi hareketi arasında bir ittifak ilişkisi olabileceğini, Türkiye’de milli demokratik devrimin başlıca güçleri saydığı işçi-sınıfı ile ‘asker-sivil aydın zümre’den gelen unsurların birarada hareket edebileceğini varsayıyordu.
Bu nedenle sıkıyönetimi doğrudan doğruya bu ittifakı zayıflatan bir müdahale olarak okudu ve bir yandan silahlı kuvvetlerin tabanına böyle bir yol göstermeye, böyle bir ayar vermeye, bir yandan da devrimci militanların gözünde ittifakın operasyonel kalmasını sağlama çabasına girişti.

Mihri Belli’yi buna sürükleyen neydi?
Milli Demokratik Devrim konseptinin kendisi. Mihri Belli ve bütün çağdaşları için Türkiye, kapitalizm bakımından nispeten az gelişmiş, bağımsız, kitlesel ve devrimci bir işçi hareketi için zeminin henüz uygun olmadığı, büyük çoğunluğunu oluşturan köylülüğün yarı feodal ilişkiler içersinde yaşadığı bir ülkeydi.
Modern, ilerici güçler arasında ise silahlı kuvvetlerin tabanının sayısıyla ters orantılı bir siyasi güce sahip olduğunu, Türkiye’de bir devrim için mücadele edecek sosyalistlerin devrimi bu kesimle ittifak halinde geliştirebileceğini varsayıyorlardı.
Muarızlarının çoğunun yargısının aksine Mihri Belli için mesele, ordunun devrime yol göstermesi meselesi değildi; o ve onun gibi düşünenlerin meselesi, işçi hareketinin silahlı kuvvetler içinde bir ittifakı olmadan devrimci mücadeleye girişemeyeceğiydi. Yani o kendi payına öncülüğü hâlâ sosyalistlere vermekle birlikte, faal temel güçlerden birisinin silahlı kuvvetlerde olduğunu kabul ediyordu.
Hal böyle olunca bu ittifak unsurunu korumak, kollamak istedi. Bunu şuna benzetebiliriz: Nasıl Taraf gazetesinin içi bugün AKP’ye bir şey olacak diye titriyorsa, o zaman bu ittifaka önem verenlerin de içi silahlı kuvvetlerin devrimci rolüne bir şey olacak diye öyle titriyordu.
15-16 Haziran sonunda bu mutasavver ittifakı da siyasi tablodan kaldırdı, silahlı kuvvetleri bir ittifak gücü olarak takdim etme imkanını sıfırladı. Ya da tam sıfırlamadıysa da önemli ölçüde zarara uğrattı. Bu açıdan Türkiye’nin siyasi tarihinde önemli bir noktadır.
İhtilaf nasıl yaşandı, hangi boyutlara vardı?
Bu durum Mihri Belli’yle aramızda oldukça soğuk rüzgârların esmesine yol açtı. Biz Kurtuluş ve Aydınlık gazetelerinin Temmuz sayılarını sadece ODTÜ değil, Ankara’nın pek çok yerinde de dağıtmadık. Mihri Belli’yi destekleyen genç kesim ise siyaseten kafa karışıklığı içine düştü. Bu da Dev-Genç içinde bizim cenahı giderek güçlendirmeye başladı.
Çünkü meseleye bütün devrim hesaplarının ötesinden, haklı-haksız noktasından bakan herkes haklılıkları nedeniyle işçilerin yanına ve silahlı kuvvetlerin karşısına geçmek gerektiğini söylerken Belli’nin tarafsızlık çağrısı insanları giderek soğuttu. Biz altı ay içersinde Mihri Belli’yle karşı karşıya geldik.

Mihri Belli nasıl bir tutum içindeydi, bu ihtilafı nasıl karşıladı?
Açıkçası o zaman Mihri Belli’nin bu karşı karşıya geliş sürecini yaşayışından etkilendim. Bu çatışmayı yürütme tarzı hoşuma gitti. Mahir’in çevresindeki herkesle tek tek görüşüp onları ayrılığın böyle olmaması konusunda ikna etmeye çalışması, benim gibi bir yeniyetmeye de kıymet verip doğru yerde durmam konusunda kendince uygun bulduğu cümlelere motive etmeye çalışması bende şöyle bir düşünce uyandırdı: Bu, ne yaptığını bilen ve meselesi sadece kendine kıymet vermekten ibaret olmayan birisi. Fakat ikna etmek için kullandığı araçlar hiçbir işe yaramadı.
Nasıl araçlar, daha doğrusu nasıl bir dil kullanıyordu?
Dev Genç’in itibarının öyle değil böyle yükseleceğini bana telkin etmeye çalışıyor, çaba gösteriyordu, ama söylediğim gibi bunlar bir işe yaramadı.
Bu çabada yine 15-16 Haziran’daki gibi askere verilen payenin onaylanması isteği mi vardı?
Birlik bozulmasın! En önemli argümanı buydu. Bu tartışmalar yüzünden birliği bozmayalım, diyordu. Oysa 15-16 Haziran’la başlayan önemli bir tartışma daha vardı. Mihri Belli’nin niye kazanamayacağını ya da niye kaybetmekte olduğunu anlayamadığı nokta orasıydı. Mihri Belli’yi sıkıştıran mesele, 15-16 Haziran’da takındığı tavır da değildi.

Neydi?
Mihri Belli’ye bizim gibi düşünen herkes şunu diyordu: TİP’e girmiyoruz (çünkü o yıl 29 Ekim’de yapılan TİP kongresinde hem TİP’liler MDD’cileri attılar, hem MDD’ciler TİP’ten çekildiler), TİP’i devreden çıkardık, ama kendimiz de bir örgüt kurmuyoruz, sınıf mücadelesi nasıl yürüyecek?
Herkesin Mihri Belli’den beklediği bir yeni örgütün kuruluşuna önderlik etmesiydi. Mihri Belli ise örgüt dediğin Türkiye Komünist Partisi’dir diyordu, mevcut rejimde TCK’nin 141-142. maddeleri varken legal olarak bir komünist parti kurulamaz, bu yüzden biz demokrasi mücadelesinin başarıya ulaşmasına destek vermeliyiz, bu da silahlı kuvvetler eşliğinde yapılacak bir başkaldırıyla mümkün olur, parti yasallaşınca biz Selim Sırrı’da -o zaman Ankara’nın en büyük spor salonu, Selim Sırrı Tarcan spor salonuydu- toplanacak olan kongremizle partimizi kuracağız.
Oysa herkesin öngörüsü şartların bir olağanüstü rejime doğru evrildiği yönündeydi. Nitekim bu öngörü sahipleri, bizim gibiler, hiç değilse bu açıdan haksız çıkmadılar. Bize lazım gelen yeraltında bir partiydi, tamam, bütün açık faaliyetleri sürdürelim ama bunun -Lenin’in dediği gibi- ‘siyasi polisinin elinin uzanamayacağı bir yerde’ bir politik merkezi olsun, diyorduk…
Bugünden bakınca Mihri Belli’nin tutumunu anlamak zor, belki naiflik denebilir.
Evet, kuvvet ilişkilerinin yanlış bir yorumuna dayandırdığı kendi senaryosuna çok inanıyordu. Kuvvet ilişkilerinin değişimini göremediği, Türkiye’nin hem yerel hem uluslararası şartlar içersinde geldiği yeni merhaleyi okuyamadığı için senaryosunun giderek akim kalmakta olduğunu da fark edemedi.
Bu anlayışın, yani senaryonun Kemalizmle, solun Kemalizme bakışıyla bir bağı var mı?
Bence doktrin olarak Mihri Belli’nin Kemalizm’le bir alakası yok. Ona böyle diyenler bence tamamen haksız. Onlar da senin gibi, benim gibi komünistlerdi. Fakat onlar açısından Türkiye’de ilericilik misyonuna sahip olan özgün bir kategori, Kemalist kadroların emperyalizmle mücadelede çok özel bir yeri vardı.
Ama bence okuyamadıkları şuydu: Kemalist kadroların bir zamanlar bir ilerici bir misyonu vardıysa da, bu ta 1920’lerde, yani Kemalizm henüz Kemalizm olmadan önceydi. Onlarsa bu gerçeği kabul etmediler.
Çünkü onlar ölçüyü şuradan kuruyorlardı: Kemalizm esası itibariyle ilericidir, ilerici olduğu için için de işçi sınıfına uymayan, anti-demokratik özellikler barındırsa bile tarihen ilerici olduğu için onunla ittifak etmek lazımdır, nasıl Çin’de Mao Sun-Yat Sen’in mirasını sürdürdüyse, Japon emperyalizmine karşı zaman zaman Çan Kay Şek’le ittifak kurduysa, biz de böyle bir süreçten geçtiğimiz için bu tür ittifaklar kurabiliriz, tersi davranmak gibi bir lüksümüz yok.
Buradaki birinci varsayım Kemalizm’in anti-emperyalist olduğu, ikincisi de askerlerin otoriterliğinin sola değil, gerici unsurlara yönelik bir tehdit olduğuydu. Mihri Belli de böyle düşündüğü için onlarla ilişkilerini daima yönetilebilir ilişkiler olarak göregeldi.
15-16 Haziran’dan sonra da senaryosunun uygulanabilir olduğunu düşünüyordu. Bu konuda Mahir, Münir ve diğerlerini ikna etmek için çok çaba gösterdi, olmadı. Biz bu arızalı halin uzun boylu devam edemeyeceğini gördüğümüz için de 1970 Aralık’ında ya da 1971 Ocak’ında Mihri Belli’ye karşı bir deklarasyon yayınladık ve bir daha da görüşmedik.
Yollar tümüyle ayrıldıktan sonra Belli’nin sizde bıraktığı imajinasyon da tuzla buz mu oldu?
Elbette hayır, öyle ya da böyle Mihri Belli hepimizin aklında kaldı. Çünkü siyasi süreçleri onun genel durum analizine, bir durum tablosu oluşturmasına bağlı olarak anlamaya koşullanmış olan bizler, günlük durumu analiz etme işine onun kadar vakıf değildik.
Bu ayrılıktan sonra gündelik durum analizlerinin bizim siyasi tablomuzdan eksilmeye başladığını söyleyebilirim. Zaten sürekli bir yayın organımız kalmamıştı, Kurtuluş gazetesini devralmıştık ama onu da bir ajitasyon organı olarak çıkarıyorduk, zaten dört ay sonra da -Aralık, Ocak, Şubat, Mart- sıkıyönetim geldi.
O nedenle Mihri Belli’nin standart belirleyen, süreci tanzim eden etkisinin yok olmasının acısını, yokluğunu hep çektiğimizi düşünüyorum. Açıkça itiraf edilmese de bu böyleydi.
Daha sonra bunlar hep tartışmalara yol açtı, bu sözlerin manasını anlamayanlar ‘hayır söylememiştir’ diye itiraz ettiler ama ben net olarak Mahir’in kendisinden dinledim; Mahir hapisten kaçtıktan sonra Kızıldere’ye kadar birlikte geçirdiğimiz zamanlarda şöyle demişti: Bizim hatamız Mihri Belli’den ayrılmak oldu.
Anlamayanlar Mahir’in bunu Mihri doğru yapıyordu, biz yanlış yaptık manasında söylediğini düşünüyorlar. Oysa Mahir kendi hattını iyice derinleştirmeye giriştiği bir dönemde bunu söylerken, tıpkı Bolşeviklerle Menşeviklerin 1905’te birbirlerinden ayrı çizgilere düşmekle birlikte 1912’ye kadar Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde birlikte devam etmelerine benzer bir modelden söz ediyordu.
Çünkü Mahir şöyle düşünüyordu: Mihri Belli’nin kurduğu, geliştirdiği ilişkiler, politikalar, vs. manzumesi, en gerici koşullarda, herkes için geniş bir ittifak ağı sağlayabilirdi, biz ittifakı başkalarıyla ararken bunu pekâlâ Mihri’yle kurabilirdik. Mahir’in kastettiği buydu.
Bu sadece bir analizin yokluğu değil -zaten onları biz artık kendi kendimize yapabilir hale gelmiştik-, daha çok kuvvet yığma ve bunları birlikte devreye sokma meselesiydi. Gerçi biz o şekilde ayrılmamış olsaydık, Mihri Belli’nin birinci dereceden etki alanında olan mesai arkadaşlarıyla uzayan bir ittifak kurabilir miydik bilmiyorum, ama Belli’nin THKO’yla da diyaloğu sürüyordu, bu da mekanizmanın içine daha erken katılabilirdi.
Böyle bir duruş sayesinde, yani birbirlerinden ayrılmış ve yeni bir bölünme yaratmış kuvvetler olmaktansa, ayrı mücadele biçimlerini benimseyen, taktik hatları farklı ama hedefleri aynı siyasetler olarak biz pekala mücadeleyi birarada götürebilirdik. Bu da bir modelleme olabilirdi.
Bu, Mahir’in kendi başını çektiği ayrılığın manasını anlayamadığına değil, geniş düşünceli birisi olduğuna kanıt sayılabilir. Yani gecikmiş bir muhasebenin de gösterdiği gibi, Menşevik-Bolşevik ilişkisi bağlamında her görüş ve politik farklılığın, her örgüt anlaşmazlığının hemen ayrılıkla sonuçlanması gerekmezdi.
Mihri Belli çaba göstermiş, Mahir Çayan olabilirliğini söylemiş. Neden gerçekleşemedi, geç mi kalındı?
Evet, bunlar çok sonra oldu. Bu arada sıkıyönetim koşulları altında her hareket kendi mecrasında ilerledi. Faaliyet tipleri, kategorileri birbirinden ayrıldı. Biz silahlı bir sürecin içine girdiğimiz, diğer insanlar başka politik konumlara çekildikleri için, bir diyalog ortamı da doğmadı.
Öte yandan, hareketlerin birbirlerine dair önyargıları güçlenmeye başladı. Kimi biz demedik mi, kafalarını vurdular dedi, kimi ötekini yüreksizlikle suçladı. Sert mücadele dönemleri önyargıları da pekiştiriyor; aynı tarafta duranları birbirine ne kadar yakınlaştırıyorsa durmayanları da o kadar uzaklaştırıyor. Olmadı, öyle bir temas aranamadı.
Sanıyorum Mihri Belli de o günlerde ya da biraz sonrasında Filistin’e gitmiş, Türkiye’den ayrılmıştı. Bir daha onunla bir temas kurulamadı. Ama demek istediğim, onun etrafında kurduğu geçmişle bugün arasındaki ilişki zinciri öyle bir seferde yok sayılabilecek gibi değilmiş. Mahir’in dedikleri de bu idrakı yansıtıyordu.
Son derece güç koşullar altında, tamamen şahsi bir yalnızlık anına kadar geriletilmiş bir insanın muhasebesinin ürünüydü. Ben bunu çok iyi anlıyorum, çünkü öyle durumlarda insan elinden kaçırdığı imkânları ve kuvvetleri daha iyi görüyor, bu koşullar onların varlığı ve yokluğu hakkında bir hüküm vermeyi mümkün kılıyor. Ondan sonra Mihri Belli’yle biz çok uzun zaman hiç karşılaşmadık, ta ki ÖDP kuruluncaya kadar.
Peki, herhangi bir haberleşme oldu mu, örneğin cezaevinde sizinle bağlantı kurdu mu?
Haberleşmemiz olmadı, ama ben durumu, süreci cezaevinden izleyebildiğim kadar izledim. Kişi olarak Mihri Belli’yi hep takdir ettim. Ayrıca bunun bir evveli de var, Mihri Belli’ler öyle bir günde ortaya çıkmış değiller ki, onlar bir gelenekten geliyorlar.
O hayatın bir bölümü bizim de malumumuzdu, o kadar bilmiyor değildik. Onların tutumu benim açımdan hâlâ da bir ayardır. Ben o sınavda çok yüksek not aldığımı söyleyemem, ama işkence altında ifade vermemek, adından başka bir şey söylememek, kendine yöneltilen suçlamaları ayıklayarak siyasete hangisi yardımcı olacaksa onları kabul etmek, ama hiçbir yoldaşını suçlamamak gibi zekâ, irade, sabır, dayanıklılık, tahammül gerektiren her şeyi yapıp bundan alnının akıyla çıkmış, hasımlarının bile büyük dediği bir adamdan söz ediyoruz.
O yüzden ben o zaman da, yirmi yaşının vicdanıyla da Mihri Belli’yi üzerinin çizilebileceği bir kişi olarak düşünmemiştim.
Yunanistan iç savaşına katılmış olması sizleri etkilemiş miydi?
O zaman bu, o kadar bilinen bir şey değildi, bilen biliyordu. Mihri Belli bunları yaymak için hiç uğraşmazdı, aksine yaymamak için çabalardı. Çünkü bu onun çizmek istediği barışçı imaja da o gün yardımcı olmayan bir geçmiş tablosuydu. Bu nedenle kendi ağzıyla dillendirdiğini hiç duymadım. Ancak 1980’den, yani yurt dışına çıktıktan sonra bunları kaleme aldı, herkes için bilinir hale getirdi.
Mihri Belli hakkında yanılmadığımı gösterenlerden biri de, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesinde uğradığı suikasttan kendisini koruyabilmesi oldu. Bu bana çok olağanüstü geliyor. Şimdi düşünsene, sen silahsızsın, her an kurşunlanacağını biliyorsun, evinden partine giderken sana pusu kurulacağını az çok tahmin ediyorsun, ama bunun için çelik yeleklerin, zırhlı arabaların arkasına saklanmayı seçmiyorsun, cellâdınla yüz yüze geldiğinde onun kim olduğunu biliyorsun ve kendini koruyacak tedbiri alıyorsun.
Briketi göğsüne siper etmiş, bu sayede hayati yerlerinden yaralanmasını önlemiş, zamanı uzattığı için saldırganı paniğe sevk etmiş ve yakalanmasını sağlamıştı. O zaman da demiştim kendi kendime: Niye Mihri Belli, işte bunun için!
O günlerde Mihri benim şimdiki yaşımdaydı büyük ihtimalle, o 96 yaşında öldü, ben 63 yaşındayım, arada 33 yıl var, hadi 65 diyelim, bu yaşta bir insan Türkiye’de tekaüt diye düşünülüyor.
Hele de o yıllarda…
Ama Mihri Belli, hem siyaseten tekaüt değildi, hem de bir suikast girişimini peşinen kabul ederek açık alanda çalışacak kadar cesurdu. Ama bu saldırı Mihri Belli’nin sağlığını çok bozdu, arkasından 12 Eylül darbesi geldi, o sürgüne gitti. Ben Mihri Belli’yi, adamımı hep takip ettim.
Türkiye’ye döndükten sonra ÖDP’nin kuruluşuna ilgi gösterdi. Bunda Kemalizm’e çok fazla pay biçen konumundan gerilemesinin de payı vardı, zaten 1980 öncesinde de Türkiye’ye ilişkin tespitlerinin bir bölümünü geri almıştı.
Ne zaman geri aldı?
Bence 12 Mart’ın hemen sonrasında, Türkiye Emekçi Partisi kurulurken önceki dönem senaryosunu masadan kaldırmıştı. O süreç benim için çok ilginçti.
TİP, Türkiye’nin tam manasıyla modern, kapitalist bir ülke olduğu, Türkiye demokrasisinin bir sosyalist iktidara imkân vereceğine dair tespitlerinin bir bölümünü, Mihri Belli de Türkiye’nin yarı feodal bir ülke olduğuna ve hiçbir demokratik alan bulunmadığına dair tespitlerini geri aldı, aslında ikisi neredeyse yan yana geldiler. Bu iki çizgiden gelenler sonunda ÖDP’de yan yana geldiler, Mihri Belli de tavrıyla ÖDP’nin kurulmasını kolaylaştırdı.
Sizce ÖDP’de beklentilerini bulabildi mi?
Kuruluşta çok olumlu rol oynadı, önlere geçmek için çok fazla çaba göstermedi. Fakat ÖDP’de Mihri Belli’ye de başkalarına da bir kadirbilmezlik yapıldığını düşünüyorum doğrusu. Mesela, Sadun Aren haddinden fazla taltif edilirken, Mihri Belli’ye neredeyse hiç kıymet verilmedi, gösterdiği dayanışma gayretlerine çok fazla itibar edilmedi.
Buna neden geçmişin kırgınlığı, kızgınlığı mıydı?
Bence bu, sürecin iyi yönetilmemesiydi. İlişkiler üzerinde yeterince akıl yorulmadı. Sıkıntı, girişilen işin büyüklüğüyle onu yönetecek kapasitenin sınırlılığı arasındaki çelişkiden doğdu.
Bu dönemde ben Mihri Belli’de TİP’in birinci döneminde yaşadığı ihtilafların üzerinde çok büyük bir iz bıraktığını gördüm. Bizimle yaşadığı ihtilaf hemen hemen hiç iz bırakmamıştı.
Zaten Kızıldere’den sonra ve daha sonraki dönemlerde hem Mahir’e karşı o çok sert eleştirilerini tamamen kaldırmış, bir kere daha dönüp lafını etmemiş, hem de benim gibi hapiste yatanlarla ilgili koruyucu, kollayıcı tutumlar almıştı. Ancak TİP’in o dönem yöneticileriyle mesafesini kapatmadı.
Hatırlıyorum, ÖDP kuruluşundan hemen sonraki günlerde devrimci hareketin geçmişi ile bugününü bağlayalım diye bir tartışmalar dizisi başlatmıştı. Bir tartışmada ben, Mihri Belli ve Bülent Forta biraradaydık. Mihri Belli 1960’ları anarken o zamanki jargonla “Aren (Sadun) Boran (Behice) oportünizmi” diye konuşmaya başladı. Bir arada yeni bir partiye girmişiz, konu artık o konu değil, ama belli ki, onun izi Mihri Belli üzerinde daha derindi.
Ama ben, sıkça tekrarladığım gibi Mihri’yi hep sempatiyle izledim. Şapkasının altından her gün yeni marifetler çıkarırdı. Sürgünde yazdıkları ondaki edebiyatçı kumaşı hakkında bir fikir verir. 90. yaşına girerken açılan cezaevinde çizdiği resimler, grafiklerden, resimlerden oluşan sergi de ressam Mihri Belli’yle tanıştırdı herkesi.
Hakikaten birinci sınıf bir çizer kabiliyetine sahipti, kendini ressam olarak yetiştirmemişti, ama gördüğü her şeyi çok iyi resmetmiş olduğu açıktı. Ondaki sanatkâr ruhunu görmek benim açımdan büyük bir sürprizdi.
Dünyada da böyledir de Türkiye’de daha sık yaşanır, devrimcilik bir gençlik, hatta öğrencilik işidir, okullar biter, yaş ilerler ve devrimcilik bırakılır, sisteme uyum sağlanır. Sanırım Mihri Belli bu anlamda da az bulunan örneklerdendi.
Mihri hiçbir sisteme uyum sağlamadı. Onun için devrim hep günceldi, hep bir devrim olacaktı, sadece bugünkü şartlar uygun değildi, onun için şu ya da bu hareketleri yapmamız icap ederdi. Tabii böyle bir duruş ömrüne ömür de katıyor, çünkü kafasını durmadan çalıştırmak zorunda, o heyecanlarla birlikte yaşıyor ve ona göre dostluklar kuruyor…
Şimdiye kadar hep övgü, sempatiyle söz ettiniz, ayrılıkları anlatırken bile, hiç eleştiriniz ya da keşke şunu da yapsaydı dedikleriniz yok mu?
Söyleyebileceğim şeylerden en önemlisi, örgüt kurma ya da örgütlü bir faaliyeti sevk ve idare etmekteki inisiyatif yokluğuydu. Böyle bir inisiyatif almadı Mihri Belli, ya da bu inisiyatifi aldığı zaman artık onun başrol oynayacağı büyük bir şey yapılamazdı.
Bence bir özelliği de esprili olmasıydı, belki de ileri yaşlarının eseriydi bu.
Mihri Belli’nin ilk bakışta görmediğin bir nüktedanlığı hep vardı, ancak samimiyet ilerledikçe ortaya çıkardı bu, eğer samimi değilsen, bu sert bir alaycılık halini alabilirdi. O açıdan, çok nevi şahsına münhasır, yiğit, çok benzeri bulunmayan bir adamdan söz ediyoruz.
Şahsen benim en çok hoşuma giden görüntüsü şudur: Bir fotoğrafta Mihri İstiklal Caddesi’nde yürür. Üzerinde çok şık, kruvaze bir ceket vardır, eli cebindedir, bir kaşı da havadadır. O sadece bir fotoğraf değildir, arkasında bir hayat vardır ve öyle durmak çok mühimdir.
Mihri Belli’nin Kürt meselesindeki tutumuna da değinmek gerekiyor, bu konuda da pek çok yaşıtından ve yol arkadaşlarından farklı düşünüyordu.
Mihri Belli kendi kuşağından gelenler içerisinde Kürt meselesi konusunda ilk konuşan insan. Aydınlık’ta sanıyorum, henüz 1967-1968’de, “Kürt Milli Meselesi” başlıklı bir yazı yazmıştı. Sosyalist politika içerisinde Kürt meselesinin açık dillendirildiği bir yazıdır, genellikle bunun hakkı da çok verilmez.
Mihri Belli Kürt meselesinde TİP kadar açık tutum takınmadı türünden eleştiriler de var, ama bence herkesten önce ve açık bir tutum takındı. Bunun gerektirdiği politik hamleleri yapmadığını söyleyebiliriz; eğer öyleydiyse, ayrı bir Kürt milleti var idiyse, ayrı bir teşkilatının olması gerektiği de apaşikardı. Belli’nin bunun aksine bütün herkesi aynı örgüte doldurma peşinde olması tuhaf bir çelişkiydi.
Mihri Belli’nin yurtseverlik diskuru Kürtlerin haklarının inkârı değil, tam tersine, onların eşit yurttaşlar olarak içerilmesine dayalıydı. Fikrini, Türk yurtseverliğinden ziyade bu topraklarda yaşayanların ortak yurdu üzerinden kuruyordu. Tabii ki yurtseverlik her halk için bir yurdu varsaydığı için tek başına çok fazla bir şey ifade etmiyor.
Orada çok takılındı diye düşünüyorum, ama bir bütün olarak baktığımızda Mihri Belli, Kürt özgürlük hareketinin doğuşunu selamladı, o hareketi pek çok çağdaşının aksine bir yanlışlık, bir anomali olarak görmedi, onlarla ittifak içinde kalmaya çaba gösterdi.
Kürt cenahında çok saygınlığı vardır Mihri Belli’nin. Seçim çalışmaları sırasında Mersin’de Kürt mahallelerinde konuşmaya başlarken Size Türkiye devrimcilerinden selam getirdim diyordum, adını söylediğim her devrimciyi alkışlıyorlardı, ama Mihri Belli’nin adı söylendiğinde alkış sesleri daha da yükseliyordu.
Sonuçta Mihri Belli saygınlığını hiç yitirmeden, çok fazla düşmanı, hasmı olmasına rağmen hiç kimsenin gözünde saygınlığına leke sürmeden, ömrünü tamamladı, aramızdan ayrıldı. Hepimize öylesi nasip olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder